Deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasının getirdiği karışıklıklar:
Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin olarak
Türkiye-Libya arasında imzalanan Mutabakat Zaptı’na Almanya’dan tek taraflı yanıt geldi
Yayınlanma Tarihi: 9 Mart 2020 Yazan: Stefan Talmon ve Mary Lobo
Türkiye ve Libya Hükümetleri 27 Kasım 2019 tarihinde her iki devletin Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığının ve münhasır ekonomik bölgenin (MEB) sınırlandırılmasını öngören bir Mutabakat Muhtırası imzaladı. Bunun kamuya açıklanmasının ardından, Türkiye ile Libya arasında sınırlandırıldığı söylenen alanın kendi kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgelerinin kapsamına giren deniz alanlarını içerdiğini iddia eden Yunanistan ve Kıbrıs başta olmak üzere pek çok ülkeden tepki geldi.
İmzalanan Mutabakat Muhtırası kapsamında Türkiye ile Libya arasında 18,6 deniz mili uzunluğunda bir deniz sınırı belirlendi. Böylece Girit, Rodos ve Kıbrıs başta olmak üzere Doğu Akdeniz’deki Yunan Adaları’nın yanı sıra kıta sahanlığı ve MEB’i de hiçe sayılarak bu adaların deniz hakları 12 deniz millik karasuları ile sınırlandırıldı.
Mutabakat Muhtırası’na ilk tepki 11 Aralık 2019 tarihinde Almanya Federal Dışişleri Ofisi sözcüsünden geldi:
“Türkiye ve Libya’ya tüm AB Üyesi Ülkelerin egemenliğine ve egemenlik haklarına saygı duymaları ve deniz alanlarının sınırlandırılması konusunda geçerli uluslararası hukuka uygun davranmaları konusunda çağrıda bulunuyoruz. Bu konudaki tutumumuz açıktır: deniz yetki alanlarının sınırlandırılması – bu elbette Akdeniz için de geçerlidir – geçerli deniz hukukuna uygun olarak ve bilhassa uyuşmazlığa konu olan tüm tarafların veya ilgili kıyı devletlerinin […] katılımı ile gerçekleştirilmelidir.”
İmzalanan Mutabakat Muhtırası ile ilgili hukuki bir değerlendirmede bulunması istenen sözcü şunları söyledi:
“Bu anlaşmadan medyada yer alan açıklamalar sayesinde haberdar olduk. İşte bu nedenle temelde Akdeniz’deki mevcut durum ve ilgili kıyı devletleri için geçerli olan uluslararası hukukun genel ilkelerine atıfta bulundum. Bu noktada, taraf olmadığımız ve detaylarını bilmediğimiz bir anlaşmaya ilişkin hukuki değerlendirmede bulunamayız.”
Ancak bu açıklamadan yalnızca bir gün sonra Almanya, Türkiye-Libya arasında imzalanan Mutabakat Muhtırası konusundaki tutumunu çok daha net bir şekilde ortaya koydu. Yunan-Alman İki Taraflı Eylem Planı bağlamında Berlin’de Devlet Bakanları düzeyinde gerçekleştirilen bir toplantının ardından, iki devlet tarafından ortak bir bildiri yayımlandı:
“Her iki taraf da Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin olarak Türkiye-Libya arasında imzalanan Mutabakat Muhtırası’nın üçüncü ülkelerin egemenlik haklarını ihlâl ettiğine, Ege ve Doğu Akdeniz’deki Yunan egemenliğinin ve egemenlik haklarının hiçe sayıldığına, Deniz Hukukuna aykırı olduğuna ve bu nedenle hiçbir yasal sonuç doğuramayacağına vurgu yaptı. Almanya, Türkiye tarafından atılan adımlar ile ilgili olarak Yunanistan ile tam dayanışma içerisinde olduğunu ifade etmektedir.”
Aynı gün Brüksel’de alınan Avrupa Konseyi kararları kapsamında da neredeyse aynı açıklama yapıldı.
Federal Parlamento Bilimsel Araştırma Hizmetleri tarafından 17 Ocak 2020 tarihinde “Doğu Akdeniz’deki Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına ilişkin Türkiye-Libya arasında imzalanan Anlaşmanın Uluslararası Hukuk bakımından Değerlendirmesi” başlıklı bir hukuki mütalaa yayımlanarak, Mutabakat Muhtırası olarak belirtilmesine rağmen anlaşmanın, Antlaşmalar Hukuku Viyana Sözleşmesi (VCLT) bakımından uluslararası teamül hukuku kapsamında tanınan Yunan adalarının deniz yetki alanlarını ihlâl eden, bağlayıcı niteliği haiz uluslararası bir antlaşma olduğu belirtildi. Söz konusu hukuki mütalaanın sonunda ise şu ifadelere yer verildi: “Mutabakat Muhtırası uluslararası teamül deniz hukukunu ihlâl etmektedir; bu nedenle, herhangi bir üçüncü taraf hesabına kabul edilemez bir antlaşma olarak görünmektedir (VCLT Madde 34).” 24 Ocak 2020 tarihinde bu mütalaa hakkında yorum yapması istenen Almanya Federal Dışişleri Ofisi sözcüsü şu sözleri kaydetti:
“Federal Parlamento’nun görüşleri hakkında yorum yapmıyoruz. […] Burada sizlere Avrupa Konseyi’nin 13 Aralık 2019 tarihinde aldığı kararları hatırlatmak isterim. Şöyle deniyor:
‘Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin Türkiye-Libya arasında imzalanan Mutabakat Muhtırası üçüncü devletlerin egemenlik haklarını ihlâl etmekte ve Deniz Hukukuna aykırılık teşkil etmekte olup üçüncü devletler bakımından hiçbir yasal sonuç doğuramaz.’
Bu, kabul edilmesine doğal olarak katılım sağladığımız, bu konuya ilişkin görüşümüzü tam anlamıyla yansıtan ve iştirak ettiğimiz bir tutum. Kamuya açıklanan hukuki mütalaanın ilgili paragrafını doğru anlıyorsam, bu tutum ve ilgili ifadeler birbiriyle örtüşüyor.”
Federal Hükümet, gelen parlamenter bir soruya verdiği yanıtta Türkiye-Libya arasında imzalanan Mutabakat Muhtırası’na ilişkin tutumunu yineledi. Almanya Federal Dışişleri Ofisi’nde görevli Devlet Bakanı 29 Ocak 2020 tarihinde şu değerlendirmede bulundu:
“Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne ve uluslararası teamül hukukuna göre, karşılıklı veya bitişik kıyılara sahip olan devletler arasındaki deniz sahaları sınırlandırılırken, her duruma özgü koşullar ve hakkaniyet ölçüsü dikkate alınarak, karşılıklı olarak mutabakata varılarak bir çözüm aranmalıdır. İlgili tüm kıyı devletleri bu sürece dahil edilmelidir. Bu, ada devletleri ve açık denizlerde adaları olan kıyı devletleri […] için de geçerlidir. Komşu kıyı devleti konumundaki Yunanistan’ın önceden istişaresine başvurulmaksızın veya katılımı olmaksızın ve deniz sahası mutabakat yoluyla sınırlandırılmaksızın imzalanan söz konusu Muhtıra, uluslararası hukuk kapsamındaki gereklilikleri karşılamamaktadır.”
Aslına bakılırsa Almanya ve AB, söz konusu Mutabakat Muhtırası’nın üçüncü devletlerin yani Yunanistan ve Kıbrıs’ın egemenlik haklarını ihlâl ettiğine, deniz hukukuna aykırı olduğuna ve Yunanistan için hiçbir yasal sonuç doğuramayacağına ilişkin Yunan tutumunu benimsemiştir. Siyasi bakımdan ise, Avrupa dayanışmasının bir işareti olarak Almanya’nın kardeş AB Üye Devletinin tutumunu benimsemiş olması şaşırtıcı değildir. Ancak hukuki açıdan bakıldığında konu çok daha karmaşıktır.
Almanya’nın benimsediği tutumun en az tartışma götüren kısmı, Mutabakat Muhtırası’nın üçüncü devletler için hiçbir yasal sonuç doğuramayacağı hususudur. Bu, uluslararası hukukun genel ilkelerine uygundur. Mutabakat Muhtırası olarak belirtilmesine bakılmaksızın belge, VCLT’nin 2(1)(a) sayılı maddesi bakımından antlaşma gerekliliklerini karşılamaktadır. Bu; “Taraflar”, “yürürlük” ve “sözleşme”den bahseden Mutabakat Muhtırası metninin yanı sıra Mutabakat Muhtırası’nın BM Antlaşması’nın 102 sayılı maddesi uyarınca Birleşmiş Milletler Sekreterliği nezdinde kayıtlara geçirilmesi gerekliliğinden de açık bir şekilde bellidir. Mutabakat Muhtırası, bir antlaşma olarak, onayları olmaksızın üçüncü devletler üzerinde bağlayıcı niteliği haiz olamaz.
Mutabakat Muhtırası’nın üçüncü devletlerin egemenlik haklarını ihlâl ettiğine ve deniz hukukuna aykırı olduğuna dair beyanlar biraz daha tartışmalı olup hem Libya hem de Türkiye, Mutabakat Muhtırası’nın sonucunu kamuya açık bir şekilde savunarak konuya ilişkin yasal tutumlarını Birleşmiş Milletler’e gönderilen mektuplar kapsamında açıklamıştır. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne (UNCLOS) ve uluslararası teamül hukukunun ilgili hükümlerine göre; kıyı devletleri doğal kaynaklarını keşfetme ve kullanma amacına yönelik olarak kendi MEB’lerinde ve kıta sahanlıkları üzerinde “egemenlik haklarına” sahiptir. Bu nedenle Türkiye-Libya arasında imzalanan Mutabakat Muhtırası’nın meşruluğu, her şeyden öte, Ege ve Doğu Akdeniz’deki Yunan Adaları’nın kendi kıta sahanlıklarına ve MEB’lerine sahip olup olmadığına bağlıdır. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 121. maddesi kapsamında yer alan ilgili hükümler şu şekildedir:
“2. 3 sayılı fıkra kapsamında ortaya konanlar hariç olmak üzere; bir adanın karasuları, bitişik bölgesi, münhasır ekonomik bölgesi ve kıta sahanlığı, bu Sözleşme’nin diğer ülke toprakları için geçerli olan hükümlerine uygun olarak belirlenmektedir.
3. İnsan ikametini ya da kendilerine ait ekonomik hayatı sağlayamayan kayalıkların münhasır ekonomik bölgesi veya kıya sahanlığı olmayacaktır.”
Girit, Rodos ile Ege ve Doğu Akdeniz’de yer alan diğer pek çok Yunan Adası yalnızca kayalıklardan ibaret olmayıp, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 121(2) sayılı maddesi bakımından tam olarak gelişmiş adalardır; bu nedenle, kendilerine ait MEB’ye ve kıta sahanlığına sahip olma hakkına haizdir. Ancak ne Türkiye ne de Libya Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne taraftır. Uluslararası Adalet Divanı (ICJ) tarafından Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 121(2) sayılı maddesi kapsamında uluslararası teamül hukukunun belirtildiğinin tespit edilmiş olması nedeniyle bunun mevcut durumda hiçbir önemi yoktur. Bu bakımdan, her iki devletin, kıtasal ülke toprakları gibi adaların da MEB’ye ve kıta sahanlığına sahip olma hakkına haiz olduğu kuralına karşı ısrarlı muhalif vasfına sahip olduğu kanıtlanmadıkça, Türkiye ve Libya’ya da itiraz edilebilecektir. Adaların da kıta sahanlığına sahip olma hakkına haiz olduğu düşüncesi hâlihazırda 1958 tarihli Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi kapsamında tesis edilmiş olsa da ne Türkiye ne de Libya söz konusu Sözleşme’ye taraf olduğundan bu düşüncenin mevcut duruma bir faydası yoktur. Libya, adaların MEB’ye ve kıta sahanlığına sahip olmasına şimdiye kadar kamuya açık bir şekilde itiraz etmemiştir. Aksine, Uluslararası Adalet Divanı’nda (ICJ) görülen Libya-Malta Kıta Sahanlığı davasında ülke, “kıta sahanlığına sahip olma hakkının bir kara parçası için neyse bir ada için de aynısı” olduğunu kabul etmiş ve “bir ada devleti ile herhangi bir kara devletine siyasi olarak bağlı olan bir ada arasında hiçbir ayrımın yapılamayacağı” konusunda ısrarcı olmuştur. Ancak bir kara toprağı ile ada toprağı arasında örtüşen deniz sahalarının “gerçek manada sınırlandırılmasında bir adaya belirli bir şekilde muamele edilebilmesi” konusunda çaba sarf etmiştir.
Diğer yandan Türkiye ise Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nin 1(b) sayılı maddesi ve Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 121(2) sayılı maddesi kapsamında düzenlenen adalar rejimine karşı olduğunu her zaman açıkça ortaya koymuştur. Ege ve Akdeniz’de pek çoğu Türkiye kıyılarından yalnızca birkaç deniz mili uzaklıkta yer alan 3.000’in üzerinde Yunan adası mevcuttur. Bu adaların her birine tam bir karasuyu, kıta sahanlığı ve MEB verilmiş olsaydı, Türkiye kıyılarının neredeyse hiç kendine ait kıta sahanlığı ve MEB’si olmazdı. Bu minvalde Türkiye, Üçüncü Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Konferansı’nda (1973-1982) farklı bir adalar rejimi uygulanması gerektiğini savunmuş olsa da başarıya ulaşamamıştır. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 121(2) sayılı maddesine – yalnızca dört ülkeden biri olarak - yaptığı itiraz, Nisan 1982’de Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi metninin kabulü konusunda ret oyu vermesine neden olmuştur. Ayrıca Türkiye, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni hiçbir zaman imzalamamış ve Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni “evrensel ve birleşik karaktere” sahip olmasının yanı sıra “okyanuslar ve denizlerdeki tüm faaliyetleri düzenleyen tek yasal çerçeve” olarak gösteren “Okyanuslar ve deniz hukuku”na ilişkin Genel Kurul kararlarına ret oyu vermiştir. Yunanistan, Mutabakat Muhtırası kapsamında Türkiye’nin “Türk adalarını ve kayalıklarını Türkiye ile Libya kıyıları arasındaki sözde ‘eşitlik hattı’nın oluşturulmasında temel nokta olarak kullandığı” için Türkiye’nin tutumunun tartışmalı olduğunu iddia etmiştir. Ancak bu kesin değildir; çünkü adaların kendilerine ait kıta sahanlıklarının ve MEB’lerinin olduğunun iddia veya kabul edilmesi ile iki ana kara kıyısının arasındaki eşitlik hattını oluşturulması için kara kıyılarının 12 deniz millik kısmı içerisindeki adaların ve kayalıkların temel nokta olarak kullanılması arasında fark vardır. İkinci durumda; adalar ve kayalıklar, tamamen veya kısmen ana karadan karasularının genişliğini geçmeyecek bir uzaklıkta olan, denizin alçalmasıyla ortaya çıkan yüksekliklerinden farksız muamele görmektedir. Adalar ve kayalıklar, denizin alçalmasıyla ortaya çıkan yüksekliklerden daha az avantajlı muamele göremez. Bu nedenle, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 121(2) sayılı maddesi kapsamında adalar rejimine ilişkin olarak belirtilen uluslararası teamül hukukuna karşı ısrarlı muhalif vasfına sahip olması üzerinden gerekçeler iyi bir şekilde açıklanabilir.
Türkiye’nin ısrarcı muhalif olduğu düşünülebilecekken Libya için böyle bir şeyin düşünülmesi mümkün değildir. Libya’nın adalar rejimine ilişkin uluslararası teamül hukukuna bağlı olması Mutabakat Muhtırası’nı kendiliğinden hukuka aykırı ya da geçersiz kılmaz. Adalar rejimi henüz üstün hukuk statüsünü elde etmediği için, devletler bu rejimden “çıkabilirler”. Ancak iki devlet arasında yapılacak böyle bir anlaşma, yalnızca kendileri arasındaki uluslararası teamül hukukunu değiştirebilir; diğer devletlerin uluslararası teamül hukuku kapsamında haklarını kullanmalarını ya da yükümlülüklerini ifa etmelerini etkileyemez. Söz konusu Mutabakat Muhtırası’nın üçüncü devletler için hiçbir yasal sonuç doğuramayacağını ifade eden Almanya bu konuda haklıdır. Mutabakat Muhtırası’nın IV(3) sayılı maddesinde “başka bir devletle yapılan ve [herhangi bir Tarafın] Münhasır Ekonomik Bölgesinin sınırlandırılmasını amaçlayan müzakereler” öngörülmekte olup, Mutabakat Muhtırası’nın diğer devletlerin MEB’sine ve kıta sahanlığına ilişkin hiçbir tespitte bulunmadığı açık bir şekilde ortaya konmaktadır. Sonuç olarak bu, Yunanistan’ın adalar rejimine ilişkin uluslararası teamül hukuku kapsamında haklarını kullanmasını da etkilememektedir. Libya ancak Mutabakat Muhtırası’na dayanarak Doğu Akdeniz’de Yunan Adaları tarafından oluşturulan MEB’yi ve kıta sahanlığını Yunanistan’a vermezse uluslararası teamül hukukunu ihlâl etmiş olur.
Türkiye ve Libya’nın örtüşme ihtimali olan kendi MEB’lerini ve kıta sahanlığı iddialarını Yunanistan’ın önceden istişaresine başvurulmaksızın veya katılımı olmaksızın sınırlandırmış olması uluslararası hukuku ihlâl etmemektedir. Deniz alanlarının sınırlandırılması konusunda Almanya Federal Hükümeti tarafından öne sürülen “ilgili tüm kıyı devletleri bu sürece dahil edilmelidir” gerekliliğinin yasal dayanağı yoktur. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin uluslararası teamül hukukunu yansıtan 74 ve 83 sayılı maddeleri kapsamında yalnızca karşılıklı veya bitişik kıyılara sahip olan devletler arasındaki MEB’nin ve kıta sahanlığının sınırlandırılmasının sözleşmeye dayalı olarak gerçekleştirileceği düzenlenmektedir. Söz konusu hükümler, örtüşme ihtimaline ilişkin iddialarda bulunan üç veya daha fazla devletin söz konusu olması halinde, tüm sınırlandırmaların aynı anda ve aynı sözleşme kapsamında gerçekleştirilmesini zorunlu kılmamaktadır. Aksine, devlet uygulaması, söz konusu durumlarda deniz yetki alanlarının bir dizi ikili anlaşma kapsamında sınırlandırıldığını göstermektedir. Söz konusu ikili sınırlandırma anlaşmaları üçüncü devletler üzerinde bağlayıcı niteliği haiz olmadığı için, bu süreç, bir anlaşmaya taraf olmayan diğer kıyı devletinin haklarına halel getirmemektedir.
Libya-Türkiye arasında imzalanan Mutabakat Muhtırası, Yunanistan’a karşı provokatif ve dostça olmayan bir hareket olarak değerlendirilebilir. Esasen – ve siyasi açıdan bakıldığında – imzalanan Mutabakat Muhtırası, Ege ve Doğu Akdeniz’deki Yunan egemenliğini ve egemenlik haklarını hiçe sayıyor olabilir. Ancak uluslararası hukuk açısından bakıldığında, hukuka aykırı değildir. İmzalanan Mutabakat Muhtırası, yalnızca üçüncü devletler için yasal sonuç doğuramaması nedenine dayalı olarak Yunanistan’ın egemenlik haklarını ihlâl etmemekte ve deniz hukukuna aykırılık teşkil etmemektedir.
Çeviren: Mütercim Tercüman
Burcu Çelik