1. DEVLETİN İNSAN UNSURU
1.1.Genel Olarak
Devletin tüzel kişiliği üç unsurdan oluşmaktadır. Bunlar insan, ülke ve egemenliktir. Bu üç unsur modern devletin olmazsa olmaz şartı olarak gösterilmiştir. Günümüzde devletler hangi ideolojiyi benimserse benimsesin (liberal, sosyalist, faşist...) ya da hangi şekilde yapılırsa yapılsınlar (uniter, federal, bölgeli devlet) bu üç unsura sahip olması gerektiği belirtilmiştir. [1]
Bir devletin meydana gelmesi ve oluşması için ilk gerekli olan şey insandır. İnsan topluluğu olmadan devletten söz edilemez. İnsansız bir devlet düşünülemez. Bu sebeple de boş bir ülke, ıssız bir ada boş ya da ıssız bir çöl genişliği ne olursa olsun bir devlet oluşturmaz. [2] Toprak parçasının üzerinde insan yok ise o yer devlet olarak nitelendirilemez. İnsan topluluğu devletin beşerî unsurudur. Bazı yazarlar devletin insan unsuru için “ahali”, “tebaa”, “nüfus”, “halk” “millet” ya da “ulus” kavramını kullanmaktadır. [3] Bu çalışmamızda tarafımızca insan unsuru için ulus kavramı kullanılacaktır.
Bir devletin kurulması için insan sayısının bir önemi bulunmamaktadır. Ancak bence bir kişinin tek başına bir devletin insan unsurunu oluşturması da mümkün değildir. Bir ulustan söz edebilmek için en azından bir kişiden fazla sayıya ihtiyaç duyulmaktadır. Ulustan söz edebilmek için en az kaç kişiye ihtiyaç olduğu sorusuna henüz içtihat tarafından verilmiş bir cevap bulunmamaktadır. Ancak bence ulus olma iradesine sahip bir kişiden fazla kişinin bir ulus oluşturduğundan söz edilebilir.
Dolayısı ile bir ulustan söz edebilmek için insan sayısının bir alt ve üst miktarı belirtilmemiştir. Dünyada ulus unsuruna sahip farklı nüfuslu devletler bulunmaktadır. Örneğin nüfusu yüz binden az Andora, San-Marino, Nauru, Tuvalu, Vatikan gibi mikro devletler varken nüfusu bir milyonu geçen Çin ve Hindistan gibi büyük devletler de bulunmaktadır. Görüldüğü gibi bu, önemli olanın insan sayısının değil bu insanların ulus olma iradesine sahip olması gerektiğini göstermektedir. Bu sebeple de burada önemli olan belli bir toprak parçası üzerinde sayının miktarından bağımsız şekilde insan topluğunun egemen olmasıdır. [4]
Bazen devlet önce kurulup insan ulusu sonradan oluşurken bazen de tam tersi şekilde önce ulus var olmakta daha sonra devlet kurulmaktadır. Gerçekten de bazı devletler henüz ortada yokken ulus bulunmaktadır. Örneğin Polonya devleti ortadan kalmış olmasına rağmen Polonya ulusu varlıklarını sürdürmüşler ve sonra yeniden devletlerini kurmuşlardır. Yine aynı şekilde batı Avrupa’da devletler henüz oluşmadan ulus devletten önce oluşmuş ve devlet yokken de varlığını sürdürmüştür. [5] Örneğin Almanya ve İtalya henüz devlet değilken Alman ve İtalyan olarak varlığını sürdürmekteydi. [6] Bazen de bir ulusun kendi içinde birden fazla devlet oluşturduğu görülmektedir. Örneğin Almanya ve Avusturya, Hindistan ve Pakistan, Sırbistan, Saray Bosna, Hırvatistan ve Karadağ bu şekildedir.
Bu açıklamalardan sonra devletin beşerî unsurunun insan topluluğu olduğunu görmekteyiz. Ancak insanların bir araya gelmesi onların otomatik olarak devlet kuracakları ya da devletin bir unsurunu oluşturacakları anlamına gelmemektedir. Sadece belli bir niteliğe sahip insan toplulukları devlet kurabilmektedir. Bu nitelikte insan topluluğunu meydana getiren bireylerin birbirlerine bağlı olmasıdır. Yani kısaca bir arada yaşayan insanların bir devlet kurabilmeleri için birtakım bağlar ile birbirlerine bağlı olmaları aranmıştır. Aksi hâlde bu insan topluluğu bir devlet kuramaz; olsa olsa bir sürü oluştururlar. İşte ulus birbirlerine birtakım bağlar ile bağlanmış insanlardan oluşmaktadır. Bu sebeple de ancak belli bir topluluğun ulus niteliğine sahip insan toplulukları bir devlet kurabilir. [7]
1.2. Ulus Kavramı
Georg Jellinek bir ulus için devletin zorunlu bir unsur olmadığını çünkü bir ulusun farklı ülkelere dağılmış olabileceğini savunmuştur. [8] Devlet kavramı ise ulus topluluğundan ayrı ve bağımsız olarak düşünülemez. [9] Buna göre; ulusun devletten önce var olduğu savunulmaktadır. Aksi yönde istisnaları bulunmakla birlikte bence genelde devletten önce ulus var olmaktadır. Var olan ulus bir araya gelerek devleti kurmaktadırlar. Ancak tarihte aksi yönde olduğu da görülmüştür.
Ulusu birbirine bağlayan etkenlerin nelerden ibaret olduğu ve dolayısı ile onun nasıl tanımlanması gerektiği konusunda iki temel görüş bulunmaktadır. Bunlar objektif ulus anlayışı ve sübjektif ulus anlayışıdır. [10] Bu görüşleri açıklayarak açıklamalarımıza devam edeceğiz.
1.2.1. Objektif Ulus Anlayışı
Bu görüş Alman millet anlayışı olarak da adlandırılmakta olup, Alman düşünür Gottlieb Yohann Fichte (1762-1814) ve Gottfried Herder (1744-1803) tarafından savunulmuştur. Bu görüş zamanla dine ve ırka dayalı çeşitli ayrımcılıkların temelini oluşturmuştur. Bu görüş Alman nasyonalizmini esas alan öğretilerin önemli esin kaynağını oluşturmuştur. Zamanla Nazizm’e kaynak olarak gösterilmiştir. [11]
Bu anlayışa göre ulus birtakım objektif bağlar ile birbirine bağlanmış insanların oluşturduğu bir topluluktur. Bu bağlar maddi yani elle tutulur gözle görülür kısaca beş duyu ile hissedilen niteliklerdir. Irksal bağların bu nitelikte olduğunu söylememiz mümkündür. Gerçekten de ırk insanların gözle görülebilen objektif bir özelliğidir. Bir kişinin hangi ırka sahip olduğunu genellikle dış görünüşünden anlamak mümkündür.
Dil bağı da objektif nitelikte bir bağdır. Zira dil, insan seslerinden oluşmakta ve bu sesler dış dünyada algılanabilir yani maddi (objektif) niteliktedir.
Din bağı ise inanç ve ibadetten oluşmaktadır. Kural olarak inanç objektif nitelikte değildir. Kişi açıkça kendisinin hangi inançta olduğunu beyan etmedikçe dini inancın beş duyu ile algılanabilmesi ve dıştan anlaşılması mümkün değildir. Ancak dinin diğer bir yönü olan ibadet tamamıyla objektif bir unsurdur. İbadet genellikle gözle görülen bir insan fiilidir. İbadet eden insanlar söz konusu olduğunda, ibadetin biçimine bakılarak kimin hangi dinden ve hatta bazen yerine göre hangi mezhepten olduğunu anlamak mümkündür. Eğer ulusu oluşturan ve insanları birbirine bağlayan bağ din birliği veya belirli bir din içinde mezhep birliği ise ortada objektif bir ulus anlayışı olduğunu söylemek mümkündür. [12]
Kısaca belirtecek olursak insanları birbirine bağlayan objektif unsurlar ırk, dil ve din birliğidir. Bu unsurları kısaca aşağıda açıklayacağız.
2.2.1.1. Irk Birliği
Bu görüşe göre insanları bir araya getirerek ulus haline getiren şeyin bu insanlar arasındaki ırk birliği olduğu ileri sürülmektedir. Bu görüşe göre insan topluğunun ulus olabilmesi için yani bir devlet kurabilmesi için aynı ırka sahip insan topluluğundan oluşması gerekmektedir. [13] Yine bu görüşe göre, “damarlarından geçmiş zamanların karanlıklarına gömülmüş müşterek ataların kanı dolaşan ve aynı soy kökünden gelen insanlar, nerede doğarsa doğsun ve yaşarsa yaşasın aynı bir milleti teşkil ederler.” [14]
Bu görüşün doğruluk payı olduğunu söylemek mümkündür. [15] Gerçekten de geçmişte ve günümüzde devletlerin önemli bir kısmında grosso modo (ana hatlarıyla) ırk birliği vardır. Irk bakımından homojen bir toplum üzerinde kurulu bir devletin daha sağlam temeller üzerinde kurulu olduğunu söylemek mümkün olabilir.
Beşerî unsuru değişik ırklardan oluşmuş devletlerin daha az istikrarlı oldukları bir krizle karşılaştıklarında ırksal bütünlüğe sahip devletlere nazaran bu krizi çok zor atlattıkları ve hatta devletlerin parçalandıkları gözlenmektedir. Irk birliği teorisine göre; bir devlet başka bir devletin egemenliği altında yaşayan ırktaşlarını o devletin egemenliğinden kurtarmaları ve nihayet ırktaşlarının yaşadığı bütün toprakları zapt etmeleri gerektiği ileri sürülmektedir. Bu görüşün dışa karşı yayımcı emperyalist bir devlet anlayışına vücut verdiğini söyleyebiliriz. [16]
Irk teorisine göre devletin vatandaşı olan ama o ırka mensup olmayan kişilerden devletin kurtulması gerekir. Bu görüş aslında içte tehcirci veya soykırımcı politikaların uygulanmasına yol açmaktadır. Almanya’da Nazi döneminde her iki görüş uygulanmaya konulmuştur. Alman ırkından olanların yaşadığı ve o zamanki Almanya sınırları dışında olan yerler, Naziler tarafından zapt edilmiş ve tüm Almanları birleştiren devlet kurulmaya çalışılmıştır. Diğer yandan Almanya’nın kendi içinde bulunan ve Alman vatandaşı olmakla birlikte Alman ırkından olmayan Yahudi ve Çingenelerden jenosit dahil çeşitli uygulamalarla kurtulmaya çalışmıştır. [17]
Ancak uygulamaya baktığımızda farklı farklı ırkları içinde barındıran devletlerin kurulduğunu da görmekteyiz. Hatta aynı ırka sahip olup da farlı ülkelerin kurulduğu da görülmektedir. Bu da aslında bu görüşün tek başına bir ulus topluluğunu oluşturmak için yeterli olmadığını göstermektedir. Örneğin aynı ırka sahip Sırbistan, Karadağ, Saray Bosna ve Hırvatistan ülkeleri mevcuttur. Yine Almanya ve Avusturya, Hindistan ve Pakistan, Arap Devletleri de bu şekildedir. Burada aynı ırka sahip bir ulus topluluğu tek bir devlet çatısı altında toplanamamıştır. Ve aynı ırka sahip bu insan toplulukları iki, dört, hatta daha fazla sayıda farklı ülke kurmuşlar ve birbirinden ayrılmışlardır. Demek aynı ırka sahip olmanın yeterli olmadığı bu ulusları birbirinden ayıran başkaca önemli sebepler daha bulunmaktadır.
Ayrıca şunu da belirtmek faydalı olacaktır. Ortadoğu ve Avrupa ülkelerinde saf ırklardan ziyade melez ırklar vardır. Bu coğrafyada iki komşu devletin beşerî unsurları arasında gözle görülen apaçık ırk farklılıklarını anlamak genellikle çok zordur. Bir Türk ile Yunan, bir Yunan ile Makedon, bir Makedon ile bir Bulgar, bir Bulgar ile bir Romen, bir Romen ile bir Sırp, bir Sırp ile bir Macar, bir Macar ile bir Çek, bir Çek ile bir Alman arasında gözle görülür apaçık ırk farklılıkları olduğunu söylemek zordur. Bu coğrafyada yüzyıllar boyunca ırklar birbiri ile bir şekilde karışmıştır. Aslında bunlar açısından saf bir ırktan da söz etmek mümkün değildir. [18] Bu da ırk birliği görüşünün çok da etkili olmadığını göstermektedir. Ancak görünüşten anlaşılmasa bile bazı toplumlar için ırk birliği her zaman önemli olmuştur.
Bununla birlikte açık ırksal farklılıkların olduğu ülkelerde örneğin eski İngiliz ve Fransız sömürgelerinde yeni devletlerin kurulmasında ırksak farklılıkların rol oynadığı açıktır. Keza çok ırklı ülkelerde siyasal mücadelenin bir boyutu da ırksal farklılık üzerine kurulmuştur. Böyle ülkelerde ırk farklılığı bazen bir ulus topluluğu oluşturmaktan yana bir devletin parçalanmasına da yol açabilir. [19] Dolayısı ile ırk birliğinin kesin bir şekilde uygulanabileceğini söylemek mümkün değildir. Irksal birliğe önem verilip verilmemesi her topluma göre değişkenlik gösteren bir şeydir. Tarihte ırk birliği de genelde dönemdeki ihtiyaçlara göre savunulmuştur.
2.2.1.2. Dil Birliği
Bu görüş, insan topluluğunu bir ulus haline getiren faktörün insanların aynı ortak dili konuşması olduğunu savunmaktadır. Buna göre; ulus aynı dili konuşan insanların oluşturduğu bir topluluktur. Bu görüşün de gerçeklik payı olduğunu söylemek mümkündür. Zira aynı dili konuşmayan yani birbirini anlamayan insanlar arasında bir bağ kurulması çok zordur. Bu insanlar arasında bir bağ kurulabilmesi dolayısı ile bunların bir ulus oluşturabilmesi ve devlet kurabilmeleri için öncelikle bu kişilerin konuşarak birbirini anlamaları ve iradelerin uyuşması için anlaşmaları gerekmektedir. [20]
Ancak bu görüşün de uygulamada aksi yönde örneklerini görmemiz mümkündür. Aynı dili konuşan insanların bir ulus haline gelmesinin tek başına yeterli olmadığını birden çok dile sahip devletler ispatlamaktadır. Bazı devletlerde birkaç tane resmî dil bulunmaktadır. Bu devletlerde ulus haline gelmiş insanlar birbirinden farklı diller konuşmaktadır. Örneğin İsviçre (Fransızca, Almanca, Romanşça, İtalyanca dilleri resmî dildir), Belçika (Felemenkçe, Fransızca, Almanca dilleri resmî dildir) ve Kanada (İngilizce ve Fransızca dilleri resmî dildir) gibi birden fazla dilin konuşulduğu ülkeler mevcuttur.
Ayrıca aynı dilin konuşulduğu farklı devletler de uygulamada mevcuttur. Örneğin İngiltere, Yeni Zelanda, ABD ve İrlanda vardır (her dört ülkede de İngilizce resmî dildir). Yine benzer şekilde; Güney Amerika devletlerinin birçoğu da İspanyolca konuşmaktadır. Arap devletlerinin yine hepsi aynı ortak dil olan Arapçayı konuşuyorlar; ancak ayrı devletler kurmuşlardır. Bu örnekler dil birliğinin de tek başına yeterli olmadığını ispatlar niteliktedir.
Bu görüş, aynı dili konuşan kişilerin ulus haline gelerek devlet kurmaları gerektiğini savunmaktadır. Şunu da belirtmek faydalı olacaktır ki dil birliği görüşünün tehlikeli olduğu yönü de bulunmaktadır. Zira ayrı bir dil konuşan her insan topluluğunun ayrı bir ulus oluşturup kendi devletini kurama hakkı vardır denemez. Çünkü yeryüzünde 7330 civarında dil bulunmaktadır. Bunların her biri ayrı bir devlet kurmaya kalksa, yeryüzü bu kişilere yetmeyecektir. Dil sayısı devlet sayısından kat ve kat fazla olduğuna göre kaçınılmaz olarak bazı devletlerde birden fazla dil konuşuluyor olacaktır. [21]
Bu görüşü savunan kişiler aynı dili konuşan insanların aynı devletin egemenliği altında toplanması gerektiğini de ileri sürmektedirler. Bildiğimiz gibi, insan toplulukları tarih boyunca göç etmişlerdir. Bu sebeple de aynı dili konuşan insanların değişik coğrafyalara dağılmaları pek muhtemeldir. Örneğin; Türkçe dili kesintisiz olmamakla birlikte Balkanlardan Çin’e kadar konuşulan bir dildir. Değişik coğrafyalara yayılmış aynı dili konuşan insanların aynı devlet egemenliği altında coğrafyalara yayılmış aynı dili konuşan insanları aynı devlet egemenliği altında toplamak fikri yayılmacı, emperyalist politikalara yol açmaktadır. [22]
Ayrıca sürekli göç halinde olmak insanın göç ettiği devlet ya da toplum dilini konuşmasına da neden olmaktadır. Böylece ana dilini unutan kişilerin dil birliği içinde yer alamayacağını da söylememiz gerekecektir. Dil sonradan öğrenilen bir şey olduğu için sonradan öğrenerek de o ulusa kişilerin dahil olması gerekmektedir.
2.2.1.3. Din Birliği
Bu görüşü savunanlara göre, bir arada yaşayan insanların bir ulusu oluşturabilmesi ve dolayısı ile bir devlet kurabilmesi için aynı dine sahip olmaları gerekmektedir. Yani kısaca bu görüşe göre ulus aynı dine mensup insanların oluşturduğu bir topluluktur. [23]
Bu görüşün de büyük bir gerçeklik payı olduğunu söyleyebiliriz. Zira din ayrımı sınırlarının geçtiği bölgelerde açıkçası farklı dinlerden insanların yaşadığı bölgelerde ve özellikle de üzerinde yaşadığı Ortadoğu ve Balkanlarda din birliği ve ayrılığı ulus kavramı bakımından çok önemli bir faktördür. Bunun en tipik örneği Boşnak, Hırvat ve Sırp ulusları arasındaki ayrımdır. Boşnak, Hırvat ve Sırplar aynı ırktan olmalarına ve aynı ortak dili konuşmalarına rağmen üç ayrı ulusu oluşturmaktadırlar. Bunların ayrı ulus oluşturmalarına yol açan faktör dindir. Boşnaklar Müslüman, Hırvatlar Katolik, Sırplar ise Ortodoks’tur. Diğer yandan üç bölgede bulunan birçok devlet, varlığını doğrudan dine borçludur. Örneğin; Pakistan ve Endonezya bugüne kadar varlıklarını sürdürebilmişler ise bunu Müslümanlıklarına borçludurlar. [24]
Bazen ulus kavramı bakımından sadece din farkı değil mezhep farklılıkları da önem arz etmiştir. Örneğin; yukarıda belirtmiş olduğumuz üzere, Hırvat ile Sırplar arasında sadece mezhep farklılığı mevcuttur. Keza tarihte Osmanlı İmparatorluğu ile İran arasındaki fark ve mücadele de esasen mezhep farklılığına dayanmaktadır. Osmanlılar Sünni (Hanefi), İranlılar Şii idi. Çaldıran Savaşı aralarında ırk farklılığı, dil farklılığı olan iki taraf arasında değil aralarında mezhep farklılığı olan iki taraf arasında yapılmıştır. Bilindiği üzere Şah İsmail Türk asıllıdır, Türkçe şiirleri vardır. [25]
Ulus oluşumunda din faktörünün önemi o kadar da önemli değildir çünkü yeryüzünde yüzlerce devlet olmasına rağmen birkaç tane din vardır. Bu nedenle kaçınılmaz olarak birçok devletin aynı dinden ve aynı mezhepten olması olağan bir şeydir. Aynı dinden ve aynı mezhepten olan insanlar çeşitli nedenlerle ayrı bir ulus oluşturduklarını düşünmekte ve ayrı devlet kurmaktadırlar. Örneğin Türkler ve Araplar aynı dine sahip olmalarına rağmen kendilerini aynı ulusa ait olarak görmemişler ve kendilerine ayrı devletler kurmuşlardır. Bu sebeple de din ayrılığının ulus veya dolayısı ile devlet ayrılığına yol açması yüksek bir ihtimal iken devlet birliğine yol açması düşük bir ihtimaldir. Yeryüzünde çok az din vardır ve bu din sayısı kadar devlet kurulması da mümkün olmadığı için aynı dine ve hatta aynı din ve mezhebe sahip kişiler farklı devletler kurmuşlardır. Bu da din birliği unsurunun tek başına ulus oluşması için yeterli olmadığını göstermektedir.
2.2.2. Sübjektif Ulus Anlayışı
Bu anlayış Fransız millet anlayışı olarak da adlandırılmaktadır. Bu anlayışa göre ulus birtakım sübjektif bağlar ile birbirlerine bağlanmış insanların oluşturduğu bir topluluktur. Bu bağlar manevi nitelikte olan birtakım duygu ve düşünceden oluşmaktadır. Jules Michelet (1789-1874), De Fustel de Coulanges (1830-1889) ve Ernest Renan (1823-1892) gibi düşünürler tarafından temellendirilmiştir. Ancak bu görüş hemen hemen Ernest Renan ile özdeşleşmektedir. [26]
Bu anlayış ilk defa Ernest Renan (1823-1892) tarafından 11 Mart 1882 tarihinde Sorbonne’da verdiği “Millet Nedir” isimli konferansta ortaya atılmış ve savunulmuştur. [27]
Bu görüşe göre; ulusu oluşturan insanları birbirine bağlayan bu sübjektif bağlar arasında, mazi, hatıra, amaç, ideal, istikbal, ülkü birliği gibi hususların yer aldığı savunulmuştur. [28] Geçmişte yaşanılan ortak acılar veya birlikte kazanılan başarılar ortak amaca varmak için mücadeleler, ortak tehlikelere karşı birlikte karşı koymak isteği gibi faktörler insanları birbirine bağlar ve ulusu oluşturur. [29]
Ernest Renan, ulusun objektif faktörlerle oluştuğu düşüncesini reddetmektedir. Yazara göre, “İnsan ne ırkının, ne dilinin, ne dininin, ne de nehirlerin izlediği yolun, ne de sıradağların yönünün esiridir. Temiz ruhlu ve sıcak kalpli insanların bir araya gelmesi manevi bir şuur yaratır, buna ulus denir”. [30]
Ernest Renan ulusu açıkça bir ruh, bir manevi prensip olarak tanımlamıştır. [31] Bu ruh ya da manevi ilke biri geçmişte öteki ise içinde yaşanılan zamanda bulunan iki unsurun birleşmesiyle oluşmaktadır. Bu unsurlardan birincisi zengin bir hatıra mirasına sahip olmaktır. Bu unsurla Renan’ın kastettiği şey tarihten ziyade milli bir mitoloji yani geçmişin ululuklarını kurtaracak ve geçmişte yaşanan güçlükleri kutsayacak bir bakış açısıdır. [32] Geçmişte yaşanılan ortak acılar veya birlikte kazanılan zaferler insanları birbirine bağlar. Bu unsurlardan ikincisi ise birlikte yaşama ve olabildiğinde çok ortak miras yaratma isteğidir. Bu ikinci unsurda amaç, mefkûre, istikbal, ülkü birliği gibi hususlar yer almaktadır. [33]
Kısaca Ernest Renan’a göre ulusu yaratan şey “birlikte acı çekmek, sevinmiş ve birlikte umut etmiş” olmaktır. O halde Renan’a göre; ulusu, ortak bir maziye sahip olan ve gelecekte birlikte yaşama arzusuna sahip olan insanlar topluluğudur diye tanımlayabiliriz. [34]
Ancak bu görüş somut değil soyut bir görüş olup gerçek anlamda uygulanıp uygulanmadığının tespiti zordur. Bu görüşün getirilme nedeninin aslında farklı ırka, farklı dine veya farklı dile sahip kişilerin aralarında birlik olup yeni bir devlet kurmalarını engellemek amacıyla ileri sürüldüğünü düşünmekteyim. Birlikte yaşama arzusunun tamamen uygulanması için kişiler arasında somut bir bağın da kurulması gerekmektedir. Zira uygulamada aralarında hiç bağ olmayan kişilerin ulus birliğine dahil edilmediğini görmekteyiz. Özellikle aynı devletin ulusu içinde var olan etnik gruplar ayrımcılığa uğramaya devam etmektedirler. Burada aslında aranan sübjektif unsur yani birlikte olma iradesi tam olarak gerçekleşmemiş olmaktadır. Bu sebeple de sadece birlikte yaşama iradesi ile kurulan ulusların aslında gerçek anlamda bu iradeye sahip olmadıklarını ve bu görüşün tek başına kalıcı bir ulusun kurulması için yeterli olmadığını düşünmekteyim.
2.2.3. İnsanları Birbirine Bağlayan En İdeal Ulus Anlayışının Ne Olduğu Hususu
Yukarıda açıklamış olduğumuz gibi ırk, din, dil gibi objektif unsurlarda ortaklıktan ziyade farklılıklar konusunda belirleyicidirler. Geçmişte ırk birliği ulus birliğine yol açmıştır; ancak ırk birliği ulus ayrılığına da yol açmıştır. Diğer yandan yine yukarıda belirtmiş olduğumuz üzere, dil birliği her zaman ulus birliğine yol açmamıştır; ancak bazen dil birliği ulus ayrılığına yol açmıştır. Aynı şekilde din birliği ulus birliğine yol açmamıştır; ancak din veya mezhep ayrılığı ulus ayrılığına yol açmıştır.
Bu üç faktörden hangisinin daha önemli olduğu konusuna gelecek olursak, bu konuda kesin bir şey söylemek mümkün değildir; çünkü uygulamada her birinin önemli olduğu durumlarla karşılaşılmıştır. Irk birliği önemlidir; ancak tek başına ulus olgusunu oluşturmak için yeterli değildir. Aynı ırk mensubu olan değişik insanlar ve devletler vardır. Dil insanları birbirine bağlayan en önemli faktörlerden birisidir. Ancak aynı dili konuşan farklı devletler kurulmuştur. Diğer yandan din de ulus oluşturmak da önemlidir; ancak farklı dinden olan, farklı mezhepten olan insanlar genellikle farklı uluslar oluşturmuşlar ve farklı devletler kurmuşlardır. Ayrıca aynı dinden olanların mutlaka aynı ulusu oluşturacakları da söylenemez. Zira aynı din ve mezhepte olmakla birlikte farklı devlet kuran birçok ulus vardır.
Görüldüğü gibi, bu faktörlerden hangisinin daha önemli olduğunu söylememiz mümkün değildir. Bu faktörlerden her biri değişik yer ve zamanlarda diğerine nazaran daha belirleyici olmuştur. Örneğin; Boşnak, Hırvat ve Sırp ulusu bakımından belirleyici faktör ırk ve dil değil, din olmuştur. Buna karşılık Arnavut milleti için ise belirleyici unsur dil olmuştur. Arnavutların bir kısmı Müslüman geri kalan kısmı Hristiyan olmasına rağmen bu farklılık iki ulusa yol açmamıştır. Arnavutlar dil birliğini yeterli bulmuşlar ve birlik olup ülkelerini kurmuşlardır.
Aralarında ırk, din ve dil birliği bakımından birlik olmasına rağmen kendilerini ayrı ulustan hissetmiş insan toplulukları bulunmaktadır. Örneğin Araplar bu şekildedir. Buna karşılık bazen aralarında ırk ve dil bakımından birlik olmamasına rağmen kendilerini aynı ulustan hissetmiş insan toplulukları da vardır.
Ya da bu üç unsuru da taşıyan uluslarda bazen tek devletken ayrılıp iki devlet olmuşlardır. Örneğin çok yakın bir tarihte Karadağ ve Sırbistan aynı ırk, aynı dil ve aynı dine sahip olmalarına rağmen iki farklı devlet olarak ayrılmışlardır. Bu durum da aslında bir devletin kurulması için sadece objektif faktörlerinin bazen yeterli olmadığını, sübjektif faktörlere de ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir. Karadağ ve Sırbistan objektif unsurların tamamını taşımalarına rağmen sübjektif faktör açısından birlikte yol alma iradelerine sahip olmadıkları için birbirlerine bağlanamamışlar ve devlet olamamışlardır.
Sonuç olarak bir ulusun oluşmasında objektif faktörlerden başka sübjektif faktörler de rol oynayabilmektedir. Yani bazen ırk, din, dil gibi objektif unsurlar bakımından aralarında birlik olan insan toplulukları kendilerini farklı ulus olarak algılarken, diğer yandan aralarında ırk, din ve dil gibi objektif bakımdan önemli farklılıklar olan diğer bazı insan toplulukları kendilerini aynı ulusa ait olarak kabul etmişler ve aynı ortak devletin egemenliğinde yaşamayı kabul etmişlerdir. Böyle durumlarda önemli olan bu insan topluluklarının objektif olarak hangi ırksal, dinsel ve dilsel özellikleri taşıdıkları değil, sübjektif olarak kendilerini ne olarak gördükleri ve kendilerini hangi milletten hissettikleridir. Bu bakımdan aralarında birtakım farklılıklar olsa da kendilerini aynı ulustan hisseden kişileri o milletten kabul etmek gerekir. Örneğin ABD bu şekildedir. Resmî dili tek olsa da özel hayatta farklı dil konuşulan, farklı ırk ve dine sahip insanlardan oluşmuş bir devlettir. Bu kişiler farklı dile de sahiptirler; sadece ülkede geçerli olan resmî dili iletişim amacıyla kullanmaktadırlar. ABD’nin karma bir ülke olduğunu söylemek mümkündür. Burada bir ulusun oluşması için sübjektif unsur yeterli olmuştur. Ancak sübjektif unsurun gerçek anlamda uygulandığını söylememiz mümkün değildir. Söz konusu devlette halen ırkçılık devam etmektedir.
Ernest Renan’un teorisine gönderme yapan Georg Jellinek, ulusun sübjektif bir şey olduğunu ifade etmektedir. Objektif anlayışın yani bir kökene bağlı olmanın ancak hatırlanabilecek kadar eski olduğunu belirtir. Georg Jellinek, burada ırka bağlı bir kavramı tercih etmemiştir. Bu nedenle sübjektif yönü vurgulayarak ulusu kültür olarak ele almaktadır. İnsan topluluğunun ortak kültürel unsurları, ortak bir tarihi geçmiş ile birleşmesi ve bu şekilde başka topluluklardan kendisini ayırması ile açıklanır. [35]
Objektif ve sübjektif görüş temelde birbiri ile çatışmaktadır. Kısaca belirtecek olursak, objektif (Alman) ulus anlayışı “bedeni”, sübjektif (Fransız) ulus anlayışı ise “ruhu” esas almaktadır. [36] Objektif ulus anlayışında kişi aidiyetini seçebilme imkânına sahip değildir. Aidiyet, kişinin kendi iradesi ve tercihlerinden çıkıp bir tür miras yoluyla elde edilmektedir. Buna karşılık sübjektif ulus anlayışı bireyin özgürlüğüne vurgu yapmakta ve tarihini, dini, dili, kültürü ne olursa olsun kendi kendini belirleme imkânı vermektedir. Bu sebeple de bu anlayışın görünürde çok daha demokratik göründüğünü söylemek mümkündür. [37]
Bence bir ulusun kurulması için iki unsur da tek başına yeterli değildir. Yukarıda belitmiş olduğum gibi, özellikle sübjektif ulus anlayışı çok soyut bir anlayıştır. Sadece teorik anlamda demokratik kalmaktadır. Teoride çok mükemmel dursa da uygulamada ileri sürüldüğü gibi uygulanmadığı görülmektedir. Aynı ülkenin vatandaşı olan farklı ırka sahip kişilerin dışlandığı ve eşit haklara sahip olmadığı görülmektedir. Söz konusu bu anlayışın aslında Fransa’nın sömürgesi altında bulunan sömürge devletlerin ulusunun birlik olup bağımsızlık ilan etmemeleri amacıyla getirildiğini düşünüyorum. Aslında gerek objektif gerekse sübjektif unsur o dönemki ihtiyaç ve arayışa göre ileri sürülmüştür. O zamanlar da buna ihtiyaç vardı ve bu sebeple ileri sürüldü. Bu sebeple de başka bir anlayışa ihtiyaç duyulur ise o da ileri sürülebilir. Yani bir ulusun kurulması için sadece objektif ve sübjektif ulus anlayışı ile kurulacak ulusun irade bağlarının neden kaynaklanabileceğini sınırlamamız mümkün değildir. Bir ulusun kurulması için her toplum farklı ortak özelliklere ihtiyaç duyabilir. Önemli olan insan topluluklarının birlik olup aynı iradeye sahip olarak bir ulus kurmasıdır.
Sonuç olarak bir ulusun kurulması için sübjektif ulus anlayışının yanında objektif unsurlardan birinin de var olması gerekmektedir. Objektif anlayıştan tüm insanlar için önemli olan ırk birliğinin var olması gerektiğini düşünüyorum. Bu özelliklere sahip bir ulusun yıkılması ve ayrılması daha zordur. Geçmiş tarih bunu göstermiştir. İnsanlar için ırk birliği her zaman önemli olmuştur. Her insan kendi ırkından kişiyi sever, korur ve kollar. Tarih bize bunu kanıtlamıştır. Ancak ırk birliği tek başına yeterli bir unsur değildir. Irk birliğinin yanında bir unsurun daha olması şarttır. Bu unsurun da sübjektif unsur olabileceği gibi insanların aradığı başka bir unsur da olabilir. Önemli olan ulus kurmak isteyen insan topluluklarının neyi istediği ve aradığıdır. İstenen ve arzulanan şey diğer kişilerce de isteniyorsa söz konusu kalıcı bir ulusun oluşmasından söz edebiliriz.
2. MİLLİYETÇİLİK
2.1. Genel Olarak
Milliyetçilik ulusal kişilik ve benlik duygusunun bir ifadesi olarak öne çıkmaktadır. Bir ulusun diğer başka uluslara bakmak suretiyle kendi içerisindeki doğal ve kazanılmış özel karakterleri yansıtmaktadır. Tarihini ve kültürünü benimsemek ile beraber, diğer uluslardan farklı bir varlık meydana getirmiş olması şeklinde ifade edilebilir.
Yukarıda da belirtmiş olduğumuz gibi devlet ile ulusun her zaman ortaya eşzamanlı çıktığı söylenemez. Yukarıda açıkladığımız gibi bazı devletler henüz ortada yokken de milletler de bulunmaktadır. Bu durumda çoğu zaman millet devletten önce gelmektedir. Uluslararası hukuk olarak kabul edilmiş “milletler prensibi” ile “her topluluğun kendi kaderini tayin hakkı” ilkeleri devlet yokken milletin varlığını kabul anlamına gelmektedir. [38]
Milliyetler prensibi, 1789 Fransız Devrimi’nin ertesinde ortaya çıkmış ve Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Rus Çarlığı gibi çok uluslu devletlerin parçalanması amacıyla kullanılmıştır. Bu ilkeye göre millet teşkil edecek derecede gelişmiş her insan topluluğu kendi devletini kurma hakkına sahiptir. Diğer ifade ile bu ilke ne kadar millet var ise o kadar da devlet olması gerektiğini ileri sürmektedir. Ancak bu ilke hiçbir zaman geçerli bir ilke olarak kabul edilmemiş; ancak uluslararası ilişkilerde bazı devletlerin diğer devletlere müdahale etmelerini meşrulaştıran bir diplomatik araç olarak kullanılmıştır. Yani bu ilke hukuki, diğeri siyasi bir ilke olarak kalmıştır. [39]
Milliyetler ilkesi Birinci ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yerini “milletlerin kendi kendini bizzat tayin hakkı”na bırakmıştır. Bu hakka kısaca “self-determinasyon hakkı” denilmektedir. Bu hak 1918 Wilson ilkelerinden kaynaklanmaktadır. Self-determinasyon hakkı 1945 Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 1, 55 ve 76. Maddelerinde de geçmektedir.
“Self-determinasyon hakkı” bir halkın bağımsız bir devlet kurmak dahil dilediği devlete bağlı olmayı seçme hakkı olarak tanımlanmıştır. Bu hak uluslararası hukukta sadece başka bir devletin sömürgesi altında bulunan halklara tanınmıştır. Yani bu hak sömürgelikten kurtulma durumunda geçerli olan bir haktır. Bu hak kendisini sömürge olmayan bir devletin ülkesi üzerinde yaşayan insan topluluklarına tanınmamaktadır. Sömürgelikten yeni kurtulmuş bir devlette yaşayan farklı etnik grupların da kendi kaderini tayin hakkı yoktur. Bu hak ayrılma yoluyla devlet kurmak için geçerli bir hak değildir; çünkü uluslararası hukukun temel ilkelerinden birisi devlet ilkesinin bütünlüğü ilkesidir. Dolayısı ile ülkenin bütünlüğü ilkesi ile çatıştığında self-determinasyon ilkesi geçerliliğini kaybeder. [40]
2.2. Milliyetçilik Kavramı
Ulus devlet anlayışıyla ön plana çıkan milliyetçilik; topluluğun din, dil, ırk, kültür temelinden ayrıştırılması değil bilakis bu temeller etrafında buluşturmayı ve bu unsurlara dayalı olarak ortak/milli kimlik oluşturmayı amaçlayan bir düşünce akımıdır. Bu nedenle milliyetçilik kapsayıcı, kucaklayıcı ve bütünleştirici bir öze sahiptir. Milliyetçilik kendi özünde ırk esasına dayanmasa da döneme ve konjonktüre bağlı olarak ırk ile yan yana getirilme potansiyeli vardır. [41]
Etnik Milliyetçilik azınlıkları görmezden gelen ve inkâr eden bir milliyetçiliktir. 1800 ve 1900 yıllarının başında Avrupa’da hâkim olmuş milliyetçilik anlayışıdır. Yurttaş Milliyetçiliği ise baskın bir etnik çekirdeğe sahip olmakla birlikte başka etnik gruplara mensup vatandaşları sistemden dışlayan milletçilik anlayışıdır. [42]
Bu sebeple de milliyetçilik ırkçı olmamakla beraber kendi milletini seven ve destekleyen olarak ifade edilmektedir.
3. SONUÇ
Bu çalışmada devletin üç temel unsuru olduğuna, bu unsurlardan insan unsurunun ne olduğuna, insan unsurunun oluşması için hangi insanların nasıl bağlar ile birbirlerine bağlanması gerektiğine ve bu bağlarla ilgili ileri sürülen görüşlere değindim.
İnsanları birbirine bağlayan bağlarla ilgili ileri sürülen iki görüşün anlamını ve alt başlıklarını açıkladım. Ulusu birbirine bağlayan etkenlerin nelerden ibaret olduğu ve dolayısı ile onun nasıl tanımlanması gerektiği konusunda iki temel yaklaşım bulunmaktadır. Bunlar objektif ulus anlayışı ve sübjektif ulus anlayışıdır.
Objektif anlayışa göre; ulus, birtakım objektif bağlar ile birbirine bağlanmış insanların oluşturduğu bir topluluktur. Bu bağlar maddi yani elle tutulur gözle görülür kısaca beş duyu ile hissedilen netliktedir. Bunlar ırk, dil ve din birliğidir.
Ulusu oluşturan insanları birbirine bağlayan sübjektif bağların arasında ise mazi, hatıra, amaç, ideal, istikbal, ülkü birliği gibi hususlar yer almaktadır. Geçmişte yaşanılan ortak acılar veya birlikte kazanılan başarılar ortak amaca varmak için mücadeleler, ortak tehlikelere karşı birlikte karşı koymak isteği gibi faktörler insanları birbirine bağlamakta ve ulusu oluşturmaktadır.
Sonuç olarak; ileri sürülen bu iki görüşün ulusun oluşması için sınırlı olmadığını, önemli olanın insan topluluğunun devlet kurmak için aynı iradede birleşmesi gerektiğini belirttim. İrade birliğinin sağlanması her topluma göre değişmektedir. Bir ulusun kurulması için sübjektif ulus anlayışının yanında objektif unsurlardan birinin de var olması gerekmektedir. Objektif anlayıştan ırk birliğinin var olması gerektiğini düşünüyorum. Bu özelliklere sahip bir ulusun yıkılması ve parçalanması daha zordur. Geçmiş tarih bunu göstermiştir. İnsanlar için ırk birliği hep önemli olmuştur. Her insan kendi ırkından kişiyi sever, korur ve kollar. Irk birliğinin yanında bir unsurun olması daha şarttır. Bu sübjektif unsur olabileceği gibi insanların aradığı başka bir unsur da olabilir. Ulusun oluşması için sayılan bu anlayışların sınırlı olmamakla beraber ulusu oluşturacak insan topluğunun iradesine göre belirlenebileceğini düşünmekteyim.
Av. Gülden Mehmed Altın
Kaynakça:
1. AKAD, Mehmet/VURAL DİNÇKOL, Bihterin/BULUT, Nihat, Genel Kamu Hukuku, İstanbul, 2020.
2. GÖZLER, Kemal, Devletin Genel Teorisi, Bursa, 2020.
3. ZUBUNOĞLU, Yahya Kazım, Kamu Hukukuna Giriş: Devlet, Ankara, 1973, s. 76; OKANDAN, Recai Galip, Umumi Amme Hukuku, İstanbul, 1968, s. 677.
4. GÖZLER, s. 49-50.
5. TEZİÇ, Erdoğan, Anaysa Hukuku, İstanbul, 2016, 134; ARSEL, İlhan, Anayasa Hukuku (Demokrasi), İstanbul, 1968, s. 20.
6. ANAYURT, Ömer, Anaysa Hukuku Genel Kısımlar, Ankara, 2020, s. 233.
7. GÖZLER, s. 50.
8. GÖNGÖREN BULGAN, Birden, Georg Jellink’in Hak ve Devlet Kuramı, İstanbul, 2017, s. 132.
9. AYBAY, Rona, Genel Kamu Hukuku, İstanbul, 2020, s. 124.
10. AKİPEK, İlhan, Devletler Hukuku, Ankara, 1966, s. 87;
11. ANAYURT, s. 234. AKAD/VURAL DİNÇKOL/BULUT, s. 125; ANAYURT, s. 234.
12. GÖZLER, s. 51-52.
13. GÖZLER, s. 52.
14. BAŞGİL, Ali Fuat, Esas Teşkilat Hukuku, İstanbul, 1960, s. 138.
15. BAŞGİL, s. 138.
16. GÖZLER, s. 52.
17. GÖZLER, s. 52
18. GÖZLER, s. 53.
19. GÖZLER, s. 53.
20. GÖZLER, s. 53.
21. GÖZLER, s. 7.
22. GÖZLER, s. 54.
23. GÖZLER, s. 54.
24. GÖZLER, s. 55.
25. BAŞGİL, s. 141.
26. ANAYURT, s. 235.
27. RENAN, Ernes, “Millet Nedir” (Çev: Kadir Koçdemir), Türkiye Günlüğü, S. 99, 2009, s. 182-193.
28. OKANDAN, Recai Galip, Umumi Amme Hukuku, İÜHFY, 1968, s. 693.
29. GÖZLER, s. 57.
30. GÖZLER, s. 57.
31. RENAN, s.26.
32. GÖZLER, s. 58.
33. OKANDAN, s. 693.
34. GÖZLER, s. 58
35. GÖNGÖREN BULGAN, s. 131.
36. ANAYURT, s.236.
37. GÖZLER, s. 56.
38. ANAYURT, s. 232.
39. GÖZLER, s. 61.
40. GÖZLER, s. 61.
41. ANAYURT, s. 241.
42. GÖZLER, s. 60.