Özgün Law Firm

Özgün Law Firm

MUVAZAA VE NAM-I MÜSTEAR KAVRAMLARININ HUKUKİ DEĞERLENDİRİLMESİ

MUVAZAA VE NAM-I MÜSTEAR KAVRAMLARININ HUKUKİ DEĞERLENDİRİLMESİ

I. Genel Bakış

1.1. Muvazaanın Tanımı ve Unsurları

Muvazaa, tarafların gerçek durumu gizleyerek, kendi aralarındaki gerçek iradeye uymayan ve üçüncü kişileri yanıltmayı amaçlayan bir işlem yapmaları anlamına gelir. Bu şekilde yapılan işlemler ise muvazaalı işlemler olarak adlandırılır. Başka bir ifadeyle, muvazaa; tarafların, açıklanan irade beyanlarının gerçek niyetlerine uygun olmadığını bilerek farklı bir ilişkiyi gerçekmiş gibi göstermeleridir. Bu tür bir işlemin gerçekleşebilmesi için:

- Tarafların irade ve beyanları arasında bilerek oluşturulan bir uyumsuzluk,

- Üçüncü kişileri aldatma amacı,

- Taraflar arasında, gizli bir işlem yaratan muvazaa anlaşması bulunmalıdır.

Muvazaalı işlemler, genellikle üçüncü kişileri yanıltmak için görünürde yapılan bir işlem ve bu işlemin taraflar arasında hüküm ifade etmeyeceğini belirten bir muvazaa anlaşmasını içerir. Bu tür muvazaaya "mutlak muvazaa" denir. Örneğin, borçlu, alacaklılardan mallarını korumak için bir arkadaşına devreder ancak bu devir işleminin hukuki sonuç doğurmayacağı hususunda anlaşırlarsa, bu mutlak muvazaadır.

Eğer taraflar, üçüncü kişileri yanıltmak amacıyla gerçek iradelerine uymayan bir işlemi başka bir işlem altında gizlerse, bu tür muvazaaya nisbi muvazaa denir. Örneğin, taraflar arasında gerçekte bağışlama yapmak istendiği halde, işlem satış sözleşmesi gibi gösteriliyorsa, görünürdeki işlem satış, gizli işlem ise bağışlama olacaktır.

1.2. Muvazaalı İşlemlerin Hükümsüzlüğü

Muvazaalı bir işlem, tarafların gerçek iradelerine uygun olmadığı için, doktrindeki görüşler ve yerleşik Yargıtay kararları uyarınca geçersiz olduğu kabul edilmektedir. Muvazaalı bir işlemin hükümsüzlüğü yalnızca taraflarca değil, bu işlem nedeniyle zarar gören üçüncü kişiler tarafından da ileri sürülebilir.

Hakim de, muvazaayı kendiliğinden dikkate alır. Ayrıca, muvazaa iddiası, taraflarca herkese karşı ileri sürülebilir. Ancak; a) TBK mad. 19/II uyarınca, yazılı borç ikrarına dayanarak muvazaalı alacağı iktisap etmiş olan iyiniyetli (MK. mad. 3) üçüncü kişilere karşı borçlu; muvazaa iddiasında bulunamaz. b) Muvazaalı bir sözleşme gereğince bir malı devralan kimse, emin sıfatıyla zilyet durumunda olduğundan, ondan iyi niyetle o malı iktisap eden kimsenin iktisabı korunur (MK. mad. 990) ve ona karşı muvazaa iddiasında bulunulamaz. c) Muvazaalı sözleşme ile mülkiyeti devredilen bir taşınmaz ise, görünürde malik lehine olan tapu kaydına, iyi niyetle güvenerek, ondan o taşınmazı iktisap eden kimsenin bu iktisabı korunur (MK. mad. 1023) ve ona karşı muvazaa iddiası ileri sürülemez [1].

“Kural olarak üçüncü kişiler, muvazaalı muamele nedeniyle hakları zarara uğratıldığı takdirde tek taraflı veya çok taraflı olan bu hukuki işlemlerin geçersizliğini ileri sürebilirler. Çünkü; muvazaalı bir hukuki işlem ile üçüncü kişilere zarar verilmesi onlara karşı işlenmiş bir haksız eylem niteliğindedir. Ancak, üçüncü kişilerin muvazaalı işlem ile haklarının zarara uğratıldığının benimsenebilmesi için, onların, muvazaalı işlemde bulunandan alacakları bulunması ve muvazaalı işlemin o alacağın ödenmesini önlemek amacıyla yapılmış bulunması gerekir.

Diğer yandan; zarara uğradıklarını ileri süren üçüncü kişilerin, muvazaalı işlemde bulunduğu iddia edilen kişi hakkında tazminat davası açmış olmaları, açılan bu davaların kabulü için tek başına yeterli olmadığından muvazaalı işlemde bulunanın, üçüncü kişilere borçlu bulunduğunun belirlenmesi ve borcunu ödememek için muvazaalı hukuki işlem yapmış olması gerekir.” [2]

1. Muvazaalı İşlemler ve Tasarrufun İptali Davası

Muvazaalı işlemler nedeniyle iptal davası açılabileceği görüşünü savunanlara göre, borçlunun bu tür tasarrufları hakkında, İcra ve İflas Kanunu’nun İİK              m. 277 ve devamı maddelerine göre iptal davası açılabilir veya Türk Borçlar Kanunu’nun TBK 19. maddesi uyarınca muvazaalı işlemin geçersizliğinin tespiti talep edilebilir. Eğer muvazaa davasının, iptal davasını ortadan kaldırdığı kabul edilirse, İİK m. 277 vd. kapsamında öngörülen iptal davası uygulamada önemini yitirir.

2. NAM-I MÜSTEAR KAVRAMI

1.1 Genel Tanım

Sözlük anlamı itibarıyla, "bir kişinin sanat, ticaret, edebiyat veya herhangi bir alandaki faaliyetlerinde kimliğini gizlemek amacıyla kullandığı isim" olarak tanımlanan ve günlük dilde "mahlas" ya da "takma ad" olarak da bilinen nam-ı müstear, borçlunun özellikle alacaklılardan mal kaçırma gibi nedenlerle kimliğini saklayarak hukuki işlemlerini başkası aracılığıyla ve kendi hesabına yürütmesi durumunda ortaya çıkar. Bu kapsamda, bir kişinin adını gizleyerek başkalarının hesabına ancak kendi adına işlem gerçekleştiren kimseler nam-ı müstear olarak adlandırılır. Kavram, bir vekilin müvekkilinin adını saklayarak kendi adına hareket ettiği durumları da kapsar.

“Nam-ı müstear, adını herhangi bir nedenle gizli tutmak isteyen bir kişinin, sözleşmeyi kendi hesabına, başka bir kişiye yaptırmasıdır. Tasarrufun iptali veya BK'nun 19. maddesine göre dava yönünden ise alacaklıdan mal kaçırmak isteyen borçlunun kendi adını gizli tutarak hukuki işlemi kendi hesabına, başka bir kişiye yaptırmasıdır.” [3]

“Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.” [4]

Nam-ı müstearın temel amacı, bir bireyin kimliğinin gizli kalmasını sağlamaktır. Bu yöntem, kişinin adını doğrudan sözleşme taraflarından ya da üçüncü şahıslardan saklamak için kullanılabilir. Ayrıca, bazı durumlarda yasalara aykırı bir amaca ulaşmak için bir başka kişiyi aracı olarak kullanmak da nam-ı müstear çerçevesinde değerlendirilir. Bu bağlamda, işlemi gerçekleştiren kişi nam-ı müstear sıfatını taşır.

Uygulamada, borçlunun bedelini ödeyerek kendi adına satın aldığı bir taşınmazı ya da aracı, alacaklılardan kaçırmak amacıyla yakınlarının adına kaydettirmesi örnek olarak verilebilir. Bu tür işlemler, görünürde üçüncü kişiler arasında yapılmış gibi görünse de, aslında ödeme borçlunun malvarlığından çıkmış ve mal, borçlunun adını sakladığı kişi üzerine tescil edilmiştir.

Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu’nda nam-ı müstear durumunu düzenleyen açık bir hüküm olmamasına rağmen, hem doktrinde hem de Yargıtay kararlarında bu tür iddiaların hukuken dinlenebilir olduğu kabul edilmektedir. Bu tür işlemlerin iptali için, İcra ve İflas Kanunu’nun İİK 277 ve devamı maddelerine dayanılarak dava açılması mümkündür.

Yargıtay, 5 Şubat 1947 tarihli ve 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile nam-ı müstear kavramını ilk kez ele almıştır. Bu kararda, nam-ı müstearın vekalet ilişkisine dayandığı belirtilmiş ve Borçlar Kanunu’nun 393. maddesine uygun olarak, gizlenen kişinin mülkiyet hakkının korunduğu ifade edilmiştir. Bu durumda, gizlenen kişi, nam-ı müstear tarafından edinilen taşınmazın kendi adına tescil edilmesi için düzeltme davası açabilir.

Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötü niyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK'nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK'nin 19. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.

1947 tarihli 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı uyarınca, inançlı işleme dayalı iddianın, şekle bağlı olmayan yazılı delille kanıtlanması gerekeceği kuşkusuzdur.

2.1. Nam-ı Müstear Davalarında İspat yükü

Bu davada, HMK'nın 190 ve TMK'nın 6. maddesine göre ispat yükü davacıya aittir. Süresinde dava dilekçesinin verilmiş olması veya verilmemesi ispat yükünü yer değiştirmeyecektir. Bu nedenle, davacı, taraflar arasında inançlı işlem veya nam-ı müstear ilişkisinin bulunduğunu davacının kanıtlaması gerekmektedir. [5]

Yargıtay 17. Hukuk Dairesi, 17.12.2019 tarihli ve 2018/669 E., 2019/12066 K. sayılı kararında da ispat külfetini şu şekilde açıklamıştır;

“Şayet, ispat külfeti kendisinde olan tarafın yazılı bir belgesi yok ise ancak taraflar arasında gerçekleştirilen mektup, banka dekontu, yazışmalar gibi birtakım belgeler var ise bunların yazılı delil başlangıcı sayılacağı ve iddianın her türlü delille kanıtlanmasının olanaklı hale geleceği sabittir. Şayet, yazılı delil başlangıcı sayılacak böylesi bir olgu da bulunmuyor ise iddia sahibinin son başvuracağı delilin karşı tarafa yemin teklif etme hakkı olduğu da şüphesizdir.”

3. Sonuç

Muvazaa ve nam-ı müstear durumlarında borçlunun kötü niyetli tasarrufları, hem iptal davaları hem de muvazaa davalarıyla hukuki olarak bertaraf edilebilir. Ancak bu davalarda, borçlunun işlemi gerçekte yapmadığını veya işlemin görünürdeki niteliği dışında başka bir amaca hizmet ettiğini ispat yükümlülüğü davacıya düşmektedir. Bu tür davaların hukuki niteliği ve ispat kuralları, alacaklıların haklarını etkili bir şekilde korumak adına detaylı bir şekilde düzenlenmiştir.

Sonuç olarak, borçlunun kötü niyetli davranışlarıyla zarar gören alacaklılar, hukuki koruma kapsamında hem özel düzenlemeler (İİK m. 277 vd.) hem de genel hükümler (TBK m. 19) uyarınca dava açabilir. Bu koruma mekanizmalarının, borçlunun mal kaçırma teşebbüslerini önleme ve alacaklıların haklarını koruma noktasında etkili olduğu açıktır. Bu kapsamda, Yargıtay içtihatları ve doktrinel görüşler, alacaklıların muvazaa ve nam-ı müstear durumlarında etkili bir hukuki başvuru yolu oluşturmasını sağlamaktadır.

Stj. Av. Feyza Bilgiç

Kaynakça:

1. Tasarrufun İptali Davası ve “Muvazaa”, “Nam-ı Müstear”, “İşletmenin Devri”, “Kanuna Karşı Hile” ve “Perdeyi Kaldırma Teorisi”, Av. Talih UYAR, Ankara Barosu Dergisi 2016/2, syf. 358-359

2. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi, 28.09.2009 tarihli ve 2009/6788 E., 2009/5741 K. sayılı kararı (Lexpera).

3. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi, 17.12.2019 tarihli ve 2018/669 E., 2019/12066 K. sayılı kararı (Lexpera).

4. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi, 14.10.2024 tarihli ve 2023/4250 E., 2024/5601 K. sayılı kararı (Lexpera)

5. İstanbul BAM 14. Hukuk Dairesi, 12.09.2024 tarihli ve 2021/1549 E., 2024/1214 K. sayılı kararı (Lexpera)

MAKALEYİ PAYLAŞIN
MAKALEYİ YAZDIRIN