Türkiye Noterler Birliği’ne ait
internet sitesinde 02.09.2024 tarihinde duyurulan 29.08.2024 tarihli, “Fesih
İhbarı Hk.” konulu 12 No.lu Genelge ile;
“…Gelir
İdaresi Başkanlığı görüşüne göre, fesih hükümlerinin kanuni düzenlemede yer
aldığı ve bu hükümlerin sözleşme düzenlendiği anda taraflarca bilinerek kabul
edilmiş sayıldığı durumlarda, tek taraflı fesih hakkının kullanıldığına dair
düzenlenen kağıtların, ayrıca taraflar arasında yeni bir kağıt düzenlenmesine
veya karşı tarafın kabulüne gerek duyulmaksızın ihbara konu sözleşmeyi sona
erdirmesi durumunda, bu ihbarnamenin fesihname olarak değerlendirilmesi ve bu
kağıtlardan binde 1,89 oranında damga vergisi tahsil edilmesi gerektiği
anlaşılmaktadır.
16.07.2021
günlü ve Mali Danışmanlık-174-26124 sayılı yazımıza konu görüş talebimize Gelir
İdaresi Başkanlığınca 24.07.2024 günlü ve 58549 sayılı yazı ile cevap verilmiş
olmakla, bundan böyle;
1-
6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanunda yer alan
-Taksitle
satış sözleşmeleri
-Tüketici
kredisi sözleşmeleri
-Ön
ödemeli konut satış sözleşmeleri muhtevasında bulunan cayma hakkının
kullanılmasına yönelik olarak düzenlenmek istenilen ihbarnameler ile,
2-
4857 sayılı İş Kanununda yer alan 24 üncü ve 25 inci maddeler muhtevasında yer
alan süre bitiminden önce haklı feshe ilişkin olarak düzenlenecek olan
ihbarnamelerin, taraflar arasında yeni bir kağıt düzenlenmesine veya karşı
tarafın kabulüne gerek duyulmaksızın ihbara konu sözleşmeyi sona erdirmesi
durumunda, fesihname olarak değerlendirilerek nispi damga vergisine tabi
tutulması gerekmektedir.
Bu
ihbarnameler üzerinde onaylama işlemi yapıldığında nispi harç da alınacağı
tabiidir.” [1]
şeklinde düzenlenme
getirilmiştir.
İlgili Genelge ile duyuru
tarihine kadar damga vergisine tabi tutulmayan, 6502 sayılı Tüketicinin
Korunması Hakkında Kanun kapsamında yer alan taksitle satış sözleşmeleri,
tüketici kredisi sözleşmeleri ve ön ödemeli konut satış sözleşmelerine ilişkin
cayma hakkı bildirimleri ile 4857 sayılı İş Kanunu’nun 24. ve 25. maddelerinde
düzenlenen haklı fesih halleri için hazırlanan ihbarnamelerin, “fesihname”
olarak değerlendirilip nispi damga vergisine tabi tutulacağı ifade
edilmektedir. İşbu çalışmamızda söz konusu genelgenin hukuka uygun olup
olmadığına yönelik inceleme yapılacaktır.
1-
Genelgenin Hukuki İncelemesi:
Bilindiği üzere; Anayasa'nın 73. maddesinin birinci fıkrasında,
“Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre, vergi ödemekle
yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının
sosyal amacıdır. Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler kanunla
konulur, değiştirilir veya kaldırılır.” denilmektedir. Burada verginin kanuniliği,
malî güce göre alınması ve genelliği ilkeleriyle vergilendirmede eşitlik ve
adaletin gerçekleştirilmesi amaçlanmıştır. İlgili kanun maddesi verginin temel
ilkelerine dayanak oluşturmaktadır.
"Verginin mali güçle orantılı olması gerektiği
ilkesi", vergi yükünün bireyler veya işletmelerin ekonomik maliyetine ve
gelir düzeyine göre adaletli bir şekilde dağıtılması gerektiğini ifade eder. Bu
ilke gereğince vergilendirme, toplumda mali güce göre yapılmalıdır. Herkes
gelirine ve mali durumuna uygun bir şekilde vergi ödemelidir. Vergi yükü,
bireylerin ve işletmelerin ekonomik durumuna uygun bir şekilde tasarlanmalıdır.
Yani, vergi yükü mükelleflerin ekonomik dayanıklılığına uygun olmalıdır.
“Verginin Kanuniliği İlkesi”, vergi hukukunun temel
ilkelerinden biridir ve devletin vergi toplama yetkisini düzenler. Bu ilke,
vergilerin yalnızca kanunla konulabileceğini, değiştirilebileceğini veya
kaldırılabileceğini ifade eder. Vergi yükümlülüklerinin yasal bir dayanağa
sahip olması gerektiğini belirten bu ilke, hem bireylerin haklarını korur hem
de devletin gelir elde etme faaliyetlerini hukuk kuralları çerçevesinde
sınırlandırır.
İlgili ilke gereğince vergilerin türü, oranı,
matrahı, mükellefiyeti gibi temel unsurlarının mutlaka kanunla belirlenmesi
gerekmektedir. Hukuk devleti ilkesinin bir yansıması olan bu ilke vergi
mükelleflerinin, keyfi uygulamalara karşı korunmasını sağlar. Bu kapsamda,
devlet, herhangi bir vergiyi keyfi olarak koyamaz veya kaldırmaz. Başka bir deyişle,
Türkiye Cumhuriyeti’nde yeni bir vergi getirilmek istendiğinde, bu vergi ancak
TBMM tarafından çıkarılacak bir kanunla uygulanabilecektir; başkaca hiçbir idari
merciin, vergi getirme, değiştirme veyahut kaldırma yetkisi bulunmamaktadır.
Bu noktada önemine binaen belirtmek gerekir ki;
verginin kanuniliği, belirliliği ve öngörülebilirliği ilkeleri ile mülkiyet
hakkı arasında da güçlü bir ilişki bulunmakta olup bu ilkeler kapsamında
mülkiyet hakkının da ayrıca incelenmesi gerekmektedir. Esasında bu bağlantı,
bireylerin mülkiyet hakkını koruma altına alan hukuk düzeni ile devletin kamu
giderlerini finanse etmek amacıyla vergi toplama yetkisini düzenleyen
vergilendirme ilkeleri arasındaki dengeye dayanmaktadır.
Bilindiği üzere, “Mülkiyet hakkı”, bireylerin sahip
oldukları mal ve varlıklar üzerinde tasarruf, kullanım ve yararlanma hakkını
ifade etmektedir. Bu hak,
ulusal anayasalarda ve uluslararası hukukta (Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin 1 No.lu Ek Protokolü) temel bir insan hakkı olarak
korunmaktadır. Nitekim, Anayasa’nın 35. maddesinde “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu
yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum
yararına aykırı olamaz.” denilmektedir.
Vergilendirme ise, bireylerin gelirlerinden veya
sahip oldukları varlıklardan belirli bir kısmının kamu yararına alınmasını konu
almakta olup; bireylerin mülkiyet hakkına bir çeşit müdahale teşkil etmektedir.
Anayasa'nın 13. maddesi; "Temel hak ve
hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde
belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu
sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik
Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz." şeklindedir.
Bu kapsamda ilgili hüküm gereğince temel insan hakkı
olarak nitelendirilen mülkiyet hakkına yapılan bu çeşit bir müdahalenin meşru
ve hukuka uygun olabilmesi için vergilerin kanuna dayanması, keyfi olmaması,
belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir olması zorunludur. Bu itibarla, ilgili
ilkeler devletin vergilendirme yetkisini sınırlandırarak bireylerin mülkiyet
haklarını da koruma altına almaktadır.
Nitekim, işbu hususa ilişkin Anayasa Mahkemesi’nin 28.6.2022
tarihli 2019/40353 sayılı kararı da;
“23.Somut
olayda başvurucular adına düzenlenen istisna belgesinin geri alınması,
başvurucuların üzerinde kalan ihale dolayısıyla damga vergisi ve harç
yükümlüsü olması sonucunu doğurmuştur. Vergisel yükümlülüklerin mal
varlığında azalmaya yol açtığı konusunda tereddüt yoktur (Yapı ve Kredi Bankası Anonim Şirketi (2), B. No: 2018/14110, 9/6/2021, § 37).
28.
Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkının ancak kamu
yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek
suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi
gerektiği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkelerin düzenlendiği Anayasa'nın 13.
maddesinde de hak ve
özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği temel bir
ilke olarak benimsenmiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan
müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı
olmasıdır. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler
bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği
sonucuna varılacaktır (Ford Motor
Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).
29.
Müdahalenin kanuna dayalı olması öncelikle şeklî manada bir kanunun varlığını
zorunlu kılar. Şeklî manada kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)
tarafından Anayasa'da belirtilen usule uygun olarak kanun adı altında çıkarılan
düzenleyici yasama işlemidir. Hak ve özgürlüklere müdahale edilmesi ancak
yasama organınca kanun adı altında çıkarılan düzenleyici işlemlerde müdahaleye
imkân tanıyan bir hükmün bulunması şartına bağlıdır. TBMM tarafından çıkarılan
şeklî anlamda bir kanun hükmünün bulunmaması hakka yapılan müdahaleyi anayasal
temelden yoksun bırakır (Ali Hıdır
Akyol ve diğerleri[GK], B. No: 2015/17510, 18/10/2017, § 56).
30. Hak ve
özgürlüklerin, bunlara yapılacak müdahalelerin ve
sınırlandırmaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere
keyfî müdahaleyi engelleyen ve hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk
devletinin en önemli unsurlarından biridir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60). Kanunun
varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının
sonucunu öngörebileceği kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir
diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının
tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye
Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Müdahalenin
kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince erişilebilir
ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B.
No: 2014/6192, 12/11/2014, §44).
37. Açıklanan
gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet
hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.” [2]
şeklindedir.
Bununla birlikte, 1982 Anayasası’nın 2. maddesi;
“Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru,
milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk
milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan,
demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”
şeklinde olup hukuk devleti ilkesinin alt
ilkelerinden biri de hukuki güvenlik ilkesidir.
Vergilendirmede hukuki güvenlik ilkesi; devletin
egemenlik yetkisine dayanarak vergilendirmeye ilişkin hüküm altına aldığı
kurallarla ve ilgili kuralların uygulanmasıyla, hem mükelleflere hem de
kendisine güvenlik sağlamasıdır. Hukuki güvenlik ilkesinin önemli bir yönü,
kanunların içeriği, yürürlüğü ve kolayca anlaşılması ile ortaya çıkmaktadır.
Herkesin tabi olacağı ve etkileneceği hukuk
kurallarını önceden bilmesi, tutumunu ve davranışlarını bu doğrultuda güvenle
belirlemesini ifade eden hukuki güvenlik ilkesinin vergilendirme açısından
egemen olabilmesi için vergilendirmenin belirlilik ilkesi, vergi hukukunda
kıyas yasağı ve vergi yasalarının geriye yürümezliği ilkelerinin sağlanması
gerekmektedir. Bu kapsamda vergilendirmede hukuki güvenlik ilkesinin kapsamına
verginin belirliliği, vergi kanunlarının geriye yürümezliği ve kıyas yasağı
ilkeleri girmektedir. [3]
Bu itibarla, Vergi Hukukundaki en temel ilkelerden
biri verginin öngörülebilir/belirlenebilir olması ilkesidir. Bu ilke gereğince
vergiye ilişkin getirilen düzenlemelerin; vergi mükelleflerinin, vergi
yükümlülüklerini önceden tahmin edebileceği nitelikte olması gerekmektedir. Bir
diğer adı kesinlik olan bu ilke, ödenmesi gereken vergi miktarının, zamanının
ve ödeme biçiminin kesin ve açık olarak yükümlü tarafından bilinmesi
gerektiğini ifade etmektedir. Yine, ilgili ilke gereğince mükelleflerin,
gelecekteki vergi yükümlülüklerini de önceden tahmin edebilmeleri gerekmekte
olup kişiler ancak bu şekilde finansal planlamalarını oluşturabileceklerdir. [4]
Vergi mükelleflerinin, verginin ödenmesinden kimin
sorumlu olacağının, verginin matrahının tespiti ile işlemlerin, oran ya da
oranların, ödeneceği zaman ve nasıl ödeneceğinin ve vergi işlemlerinden sorumlu
kurumun kanunda belirtilmiş olması, mükelleflerin hukuki güvenlerinin
sağlanması ve geleceğe güvenle bakmalarının önemli bir koşuludur. [5]
Vergilendirme
açısından hukuki güvenlik ilkesinin temini amacıyla ilgililerin hak ve
ödevlerini bilebilmeleri, haklarını kullanıp ödevlerini yerine getirebilmeleri
için gerek yasal düzenlemelerin gerekse idari işlemlerin mümkün olduğunca kesin
kavramlarla akıllarda soru işareti bırakmayacak şekilde ifade edilmesi
(belirlilik ilkesi) ve düzenlemenin mümkün olduğunca açık ve anlaşılabilir
olması (açıklık ilkesi) gerekmektedir. [6]
Bu bağlamda kanunda vergi miktarının, zamanının ve
ödeme biçiminin kesin olması da hukuki güvenlik açısından yeterli olmayıp
açıklık ilkesinin temin edilerek yapılması istenilen işlemlerin açıkça
anlaşılır bir şekilde ortaya konulması gerekir.
488 sayılı Damga Vergisi Kanunu’nun 1. maddesinin 1.
fıkrası “Bu Kanuna ekli (1) sayılı
tabloda yazılı kâğıtlar Damga vergisine tabidir” hükmünü havidir. Anılan Kanun’a ekli (1) sayılı Tablonun “I.
Akitlerle ilgili kâğıtlar” başlığı altında fesihnameler nispi damga vergisine
tabi tutulmuştur. Yukarıda arz ve izah edildiği üzere vergi yükümlülüğü
(kimlerden alınacağı), vergi konusu (neyin vergilendirileceği), matrah
(vergilendirilecek tutar) ve oran (verginin yüzdesi) gibi unsurların kanunda
açık ve şüpheye mahal vermeyecek şekilde belirtilmesi gerekmektedir. Buna
karşın, Damga Vergisi Kanunu’na ekli listede yer alan “fesihname” kavramı yasa
koyucu tarafından ne Damga Vergisi Kanunu’nda ne de başkaca bir kanunda
tanımlanmamıştır.
Bu durum, hangi belgelerin fesihname kapsamında
değerlendirileceği konusunda idarelere geniş bir takdir yetkisi bırakmakta
olup; mevzuatta net bir tanım bulunmaması ve idarelerin zamanla değişen
uygulama yaklaşımları, mükellefler açısından hangi işlemlerin fesihname
sayılarak damga vergisine tabi olacağı konusunda ciddi bir belirsizlik ve
öngörülemezlik yaratmaktadır. Nitekim ilgili maddenin yorumlanması ve
uygulanması hususunda, idarelerin uygulamaları arasında dahi birlik
bulunmamaktadır. Bu kapsamda fesihnamenin niteliği ve bu kapsamda damga
vergisine tabi tutulacak işlemler idarelerin değişken görüşlerine göre
uygulanmaktadır. Dolayısıyla ilgili hükmün uygulanması belirsiz ve öngörülemez
bir hal almıştır.
İncelemeye konu Türkiye Noterler Birliği tarafından
yayımlanan genelge ile, yıllardır Damga Vergisine tabi tutulmayan işlemlerin
fesihname olarak değerlendirilerek nispi damga vergisine tabi tutulacağı
yönünde icrai nitelikte düzenleyici bir işlem tesis edilmiştir. Görüleceği
üzere, yukarıda bahsi geçen kanun hükmünün açık ve belirli olmaması uzun
yıllardır damga vergisine tabi tutulmayan belgelerin görüşe dayalı bir Genelge
ile damga vergisine tabi tutulması sonucunu doğurmuştur. Bu durum, mükellefler
açısından öngörülemez ve belirsiz bir vergilendirme oluşturmuş olup mülkiyet
hakkının ihlaline sebebiyet verilmiştir.
Yine, Anayasa Mahkemesi’nin bir kararı; “Vergi ve mali yükümlülüklerin kanunla
konulmasını öngören Anayasa’nın 73. maddesi, mali yükümlülüğün yalnızca kanun
ile koyulabileceği ve kanunun hiçbir şekilde bu konuda yürütme organını ve
idareyi yetkili kılamayacağı anlamındadır” şeklinde olup, kanun ile yürütme
organının veya idarenin vergi ve mali yükümlülük getirmeye
yetkilendirilemeyeceği, aksi uygulamanın verginin kanuniliği ilkesine aykırılık
teşkil edeceği hükmolunmuştur. Anayasa Mahkemesi’nin ilgili kararı da dikkate
alındığında, idarenin yoruma dayalı olarak vergi işlemi uygulamasının hukuka ve
yasaya aykırılık teşkil edeceği açıktır. [7]
Belirtilen hükümler gereğince 488 sayılı Damga
Vergisi Kanunu’nun 1. maddesinin 1. fıkrası ile hangi belgelerin fesihname
kapsamında değerlendirilerek nisbi damga vergisine tabi tutulacağı konusunda
idarelere takdir yetkisi bırakılması, açıkça verginin kanuniliği ilkesine de
aykırılık teşkil etmekte olup mülkiyet hakkını bu açıdan da ihlal etmektedir.
Bununla birlikte, yukarıda da arz ve izah edildiği
üzere, Türkiye Noterler Birliğince düzenlenen Genelge’de; 6502 sayılı
Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun’da düzenlenen birtakım sözleşmelerde cayma
hakkının kullanılmasına ve 4857 sayılı İş Kanunu’nun 24. ve 25. Maddelerinde
düzenlenen haklı nedenle feshe ilişkin olarak düzenlenen kâğıtların fesihname
olarak değerlendirilerek nispi damga vergisine tabi olacağı düzenlenmektedir.
Bilindiği üzere, “Ölçülülük ilkesi”, hukuk
sistemlerinde devletin bireylerin temel hak ve özgürlüklerine müdahale ederken
bu müdahalenin sınırlarının gerekli, orantılı ve uygun olup olmadığını
değerlendiren temel bir ilkedir. Anayasa hukuku, idare hukuku ve insan hakları
hukukunda yaygın olarak uygulanan bu ilke, kamu gücünün keyfi kullanımını
önlemeyi amaçlamakta ve devlet ile birey arasındaki güç dengesini korumaktadır.
6502 sayılı Kanun’un cayma hakkına ilişkin hükümleri
akdi ilişkide zayıf taraf olan tüketiciyi korumakta olup inceleme konusu
Genelge ile kanunun ruhuna ve özüne aykırı olarak zayıf taraf konumunda bulunan
tüketicinin aleyhine vergilendirme getirilmiştir. Zayıf taraf konumunda olan
tüketici, 6502 sayılı Kanun’un 73. maddesinin 2. fıkrası uyarınca tüketici
mahkemeleri nezdinde ikame ettiği davalarda Harçlar Kanunu’nda düzenlenen
harçlardan dahi muaf tutulurken; kanuni cayma hakkını kullanmasına ilişkin
irade bildiriminin vergiye tabi tutulması, ilgili hükümlerin getiriliş amacına
ve korunmak istenen hukuki menfaate uygun düşmemekte, dolayısıyla, ölçülülük
ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.
Yine, 4857 sayılı İş Kanunu ile iş ilişkisini
sürdürmesi kendisinden beklenemeyecek tarafa tanınan haklı nedenle fesih hakkının
kullanımı açısından da özellikle de sözleşmenin zayıf tarafında bulunan işçiler
dikkate alındığında, Genelgeyle getirilen işbu vergisel uygulama, iş ilişkini
sonlandırmak isteyen tarafın, yasal hakkını kullanmasına engel teşkil edebilecek
veyahut önemli derecede sınırlayabilecek nitelikte olup bu açıdan da ölçülülük
ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.
Sonuç:
İnceleme konusu Genelge, vergilendirme alanında
idareye geniş bir takdir yetkisi tanıyarak, hukuki belirlilik ve
öngörülebilirlik ilkelerine aykırılıklar yaratmaktadır. Bu durum, yalnızca
bireylerin vergisel yükümlülükleri açısından belirsizlik doğurmakla kalmamakta,
aynı zamanda Anayasa ile güvence altına alınan “verginin kanuniliği” ilkesiyle
bağdaşmayan düzenlemeler yoluyla mülkiyet hakkına müdahale sonucunu
doğurmaktadır. Vergilerin ancak yasayla ve öngörülebilir şekilde belirlenmesi
gerektiği gerçeği göz ardı edilerek, genelge aracılığıyla keyfi uygulamalara
kapı aralanmaktadır.
Bunun yanı sıra, genelge; kanuni hakların
kullanımına yönelik bildirim niteliğindeki işlemleri damga vergisine tabi
tutarak, işçi ve tüketiciler için özel olarak düzenlenmiş olan koruma
hükümlerine açıkça aykırı sonuçlar doğurmaktadır. Bu uygulama, iş hukuku ve
tüketici hukukunda sağlanmak istenen adalet ve korunma mekanizmalarını
zedelemekte, özellikle sözleşmelerin feshi veya cayma hakkı gibi konularda,
ekonomik olarak zayıf taraf olan bireylerin menfaatlerini ölçüsüz bir şekilde
ihlal etmektedir.
Hukuk devleti ilkesi çerçevesinde, bireylerin
ekonomik haklarını korumayı amaçlayan düzenlemelerin, idari tasarruflarla
işlevsiz hale getirilmesi, anayasal ölçülülük ilkesine açık bir aykırılık
teşkil etmektedir.
Av. Beyza Nur Göksel
Kaynakça:
1. Türkiye Noterler Birliği 29.08.2024 Tarihli, “Fesih
İhbarı Hk.” Konulu 12 No’lu Genelge
2. Anayasa Mahkemesi 28.6.2022 Tarihli 2019/40353 Sayılı
Kararı
3. Tekbaş, 2012, 134 - Öncel, Çağan ve Kumrulu, 1985:
53
4. Edizdoğan, Çetinkaya ve
Gümüş, 2012: 236
5. Akdoğan, 2003: 196
6. Yavaşlar, 2013: 192
7. Anayasa Mahkemesi 30.12.2015, E: 2014/183, K: 2015/122