Özgün Law Firm

Özgün Law Firm

NOTER ARACILIĞIYLA GÖNDERİLECEK BİR KISIM FESİH İHBARLARININ DAMGA VERGİSİNE TABİ TUTULMASINA İLİŞKİN TNB GENELGESİNİN HUKUKİ İNCELEMESİ

NOTER ARACILIĞIYLA GÖNDERİLECEK BİR KISIM FESİH İHBARLARININ DAMGA VERGİSİNE TABİ TUTULMASINA İLİŞKİN TNB GENELGESİNİN HUKUKİ İNCELEMESİ

Genel Açıklamalar:

 

Türkiye Noterler Birliği’ne ait internet sitesinde 02.09.2024 tarihinde duyurulan 29.08.2024 tarihli, “Fesih İhbarı Hk.” konulu 12 No.lu Genelge ile;

 

“…Gelir İdaresi Başkanlığı görüşüne göre, fesih hükümlerinin kanuni düzenlemede yer aldığı ve bu hükümlerin sözleşme düzenlendiği anda taraflarca bilinerek kabul edilmiş sayıldığı durumlarda, tek taraflı fesih hakkının kullanıldığına dair düzenlenen kağıtların, ayrıca taraflar arasında yeni bir kağıt düzenlenmesine veya karşı tarafın kabulüne gerek duyulmaksızın ihbara konu sözleşmeyi sona erdirmesi durumunda, bu ihbarnamenin fesihname olarak değerlendirilmesi ve bu kağıtlardan binde 1,89 oranında damga vergisi tahsil edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır.

16.07.2021 günlü ve Mali Danışmanlık-174-26124 sayılı yazımıza konu görüş talebimize Gelir İdaresi Başkanlığınca 24.07.2024 günlü ve 58549 sayılı yazı ile cevap verilmiş olmakla, bundan böyle;

1- 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanunda yer alan

-Taksitle satış sözleşmeleri

-Tüketici kredisi sözleşmeleri

-Ön ödemeli konut satış sözleşmeleri muhtevasında bulunan cayma hakkının kullanılmasına yönelik olarak düzenlenmek istenilen ihbarnameler ile,

2- 4857 sayılı İş Kanununda yer alan 24 üncü ve 25 inci maddeler muhtevasında yer alan süre bitiminden önce haklı feshe ilişkin olarak düzenlenecek olan ihbarnamelerin, taraflar arasında yeni bir kağıt düzenlenmesine veya karşı tarafın kabulüne gerek duyulmaksızın ihbara konu sözleşmeyi sona erdirmesi durumunda, fesihname olarak değerlendirilerek nispi damga vergisine tabi tutulması gerekmektedir.

Bu ihbarnameler üzerinde onaylama işlemi yapıldığında nispi harç da alınacağı tabiidir.” [1]

 

şeklinde düzenlenme getirilmiştir.

 

İlgili Genelge ile duyuru tarihine kadar damga vergisine tabi tutulmayan, 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun kapsamında yer alan taksitle satış sözleşmeleri, tüketici kredisi sözleşmeleri ve ön ödemeli konut satış sözleşmelerine ilişkin cayma hakkı bildirimleri ile 4857 sayılı İş Kanunu’nun 24. ve 25. maddelerinde düzenlenen haklı fesih halleri için hazırlanan ihbarnamelerin, “fesihname” olarak değerlendirilip nispi damga vergisine tabi tutulacağı ifade edilmektedir. İşbu çalışmamızda söz konusu genelgenin hukuka uygun olup olmadığına yönelik inceleme yapılacaktır.

 

1- Genelgenin Hukuki İncelemesi:

 

Bilindiği üzere; Anayasa'nın 73. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır. Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır.” denilmektedir. Burada verginin kanuniliği, malî güce göre alınması ve genelliği ilkeleriyle vergilendirmede eşitlik ve adaletin gerçekleştirilmesi amaçlanmıştır. İlgili kanun maddesi verginin temel ilkelerine dayanak oluşturmaktadır.

 

"Verginin mali güçle orantılı olması gerektiği ilkesi", vergi yükünün bireyler veya işletmelerin ekonomik maliyetine ve gelir düzeyine göre adaletli bir şekilde dağıtılması gerektiğini ifade eder. Bu ilke gereğince vergilendirme, toplumda mali güce göre yapılmalıdır. Herkes gelirine ve mali durumuna uygun bir şekilde vergi ödemelidir. Vergi yükü, bireylerin ve işletmelerin ekonomik durumuna uygun bir şekilde tasarlanmalıdır. Yani, vergi yükü mükelleflerin ekonomik dayanıklılığına uygun olmalıdır.

 

“Verginin Kanuniliği İlkesi”, vergi hukukunun temel ilkelerinden biridir ve devletin vergi toplama yetkisini düzenler. Bu ilke, vergilerin yalnızca kanunla konulabileceğini, değiştirilebileceğini veya kaldırılabileceğini ifade eder. Vergi yükümlülüklerinin yasal bir dayanağa sahip olması gerektiğini belirten bu ilke, hem bireylerin haklarını korur hem de devletin gelir elde etme faaliyetlerini hukuk kuralları çerçevesinde sınırlandırır.

 

İlgili ilke gereğince vergilerin türü, oranı, matrahı, mükellefiyeti gibi temel unsurlarının mutlaka kanunla belirlenmesi gerekmektedir. Hukuk devleti ilkesinin bir yansıması olan bu ilke vergi mükelleflerinin, keyfi uygulamalara karşı korunmasını sağlar. Bu kapsamda, devlet, herhangi bir vergiyi keyfi olarak koyamaz veya kaldırmaz. Başka bir deyişle, Türkiye Cumhuriyeti’nde yeni bir vergi getirilmek istendiğinde, bu vergi ancak TBMM tarafından çıkarılacak bir kanunla uygulanabilecektir; başkaca hiçbir idari merciin, vergi getirme, değiştirme veyahut kaldırma yetkisi bulunmamaktadır.

 

Bu noktada önemine binaen belirtmek gerekir ki; verginin kanuniliği, belirliliği ve öngörülebilirliği ilkeleri ile mülkiyet hakkı arasında da güçlü bir ilişki bulunmakta olup bu ilkeler kapsamında mülkiyet hakkının da ayrıca incelenmesi gerekmektedir. Esasında bu bağlantı, bireylerin mülkiyet hakkını koruma altına alan hukuk düzeni ile devletin kamu giderlerini finanse etmek amacıyla vergi toplama yetkisini düzenleyen vergilendirme ilkeleri arasındaki dengeye dayanmaktadır.

 

Bilindiği üzere, “Mülkiyet hakkı”, bireylerin sahip oldukları mal ve varlıklar üzerinde tasarruf, kullanım ve yararlanma hakkını ifade etmektedir. Bu hak, ulusal anayasalarda ve uluslararası hukukta (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 1 No.lu Ek Protokolü) temel bir insan hakkı olarak korunmaktadır. Nitekim, Anayasa’nın 35. maddesinde “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” denilmektedir.

 

Vergilendirme ise, bireylerin gelirlerinden veya sahip oldukları varlıklardan belirli bir kısmının kamu yararına alınmasını konu almakta olup; bireylerin mülkiyet hakkına bir çeşit müdahale teşkil etmektedir.

 

Anayasa'nın 13. maddesi; "Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz." şeklindedir.

 

 

Bu kapsamda ilgili hüküm gereğince temel insan hakkı olarak nitelendirilen mülkiyet hakkına yapılan bu çeşit bir müdahalenin meşru ve hukuka uygun olabilmesi için vergilerin kanuna dayanması, keyfi olmaması, belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir olması zorunludur. Bu itibarla, ilgili ilkeler devletin vergilendirme yetkisini sınırlandırarak bireylerin mülkiyet haklarını da koruma altına almaktadır.

 

Nitekim, işbu hususa ilişkin Anayasa Mahkemesi’nin 28.6.2022 tarihli 2019/40353 sayılı kararı da;

 

“23.Somut olayda başvurucular adına düzenlenen istisna belgesinin geri alınması, başvurucuların üzerinde kalan ihale dolayısıyla damga vergisi ve harç yükümlüsü olması sonucunu doğurmuştur. Vergisel yükümlülüklerin mal varlığında azalmaya yol açtığı konusunda tereddüt yoktur (Yapı ve Kredi Bankası Anonim Şirketi (2), B. No: 2018/14110, 9/6/2021, § 37).

28. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gerektiği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkelerin düzenlendiği Anayasa'nın 13. maddesinde de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği temel bir ilke olarak benimsenmiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).

29. Müdahalenin kanuna dayalı olması öncelikle şeklî manada bir kanunun varlığını zorunlu kılar. Şeklî manada kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından Anayasa'da belirtilen usule uygun olarak kanun adı altında çıkarılan düzenleyici yasama işlemidir. Hak ve özgürlüklere müdahale edilmesi ancak yasama organınca kanun adı altında çıkarılan düzenleyici işlemlerde müdahaleye imkân tanıyan bir hükmün bulunması şartına bağlıdır. TBMM tarafından çıkarılan şeklî anlamda bir kanun hükmünün bulunmaması hakka yapılan müdahaleyi anayasal temelden yoksun bırakır (Ali Hıdır Akyol ve diğerleri[GK], B. No: 2015/17510, 18/10/2017, § 56).

30. Hak ve özgürlüklerin, bunlara yapılacak müdahalelerin ve sınırlandırmaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfî müdahaleyi engelleyen ve hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli unsurlarından biridir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60). Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebileceği kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince erişilebilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, §44).

37. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.” [2]

 

şeklindedir.

 

Bununla birlikte, 1982 Anayasası’nın 2. maddesi;

 

“Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”

 

şeklinde olup hukuk devleti ilkesinin alt ilkelerinden biri de hukuki güvenlik ilkesidir.

 

Vergilendirmede hukuki güvenlik ilkesi; devletin egemenlik yetkisine dayanarak vergilendirmeye ilişkin hüküm altına aldığı kurallarla ve ilgili kuralların uygulanmasıyla, hem mükelleflere hem de kendisine güvenlik sağlamasıdır. Hukuki güvenlik ilkesinin önemli bir yönü, kanunların içeriği, yürürlüğü ve kolayca anlaşılması ile ortaya çıkmaktadır.

 

Herkesin tabi olacağı ve etkileneceği hukuk kurallarını önceden bilmesi, tutumunu ve davranışlarını bu doğrultuda güvenle belirlemesini ifade eden hukuki güvenlik ilkesinin vergilendirme açısından egemen olabilmesi için vergilendirmenin belirlilik ilkesi, vergi hukukunda kıyas yasağı ve vergi yasalarının geriye yürümezliği ilkelerinin sağlanması gerekmektedir. Bu kapsamda vergilendirmede hukuki güvenlik ilkesinin kapsamına verginin belirliliği, vergi kanunlarının geriye yürümezliği ve kıyas yasağı ilkeleri girmektedir.  [3]

 

Bu itibarla, Vergi Hukukundaki en temel ilkelerden biri verginin öngörülebilir/belirlenebilir olması ilkesidir. Bu ilke gereğince vergiye ilişkin getirilen düzenlemelerin; vergi mükelleflerinin, vergi yükümlülüklerini önceden tahmin edebileceği nitelikte olması gerekmektedir. Bir diğer adı kesinlik olan bu ilke, ödenmesi gereken vergi miktarının, zamanının ve ödeme biçiminin kesin ve açık olarak yükümlü tarafından bilinmesi gerektiğini ifade etmektedir. Yine, ilgili ilke gereğince mükelleflerin, gelecekteki vergi yükümlülüklerini de önceden tahmin edebilmeleri gerekmekte olup kişiler ancak bu şekilde finansal planlamalarını oluşturabileceklerdir. [4]

 

Vergi mükelleflerinin, verginin ödenmesinden kimin sorumlu olacağının, verginin matrahının tespiti ile işlemlerin, oran ya da oranların, ödeneceği zaman ve nasıl ödeneceğinin ve vergi işlemlerinden sorumlu kurumun kanunda belirtilmiş olması, mükelleflerin hukuki güvenlerinin sağlanması ve geleceğe güvenle bakmalarının önemli bir koşuludur. [5]

 

 Vergilendirme açısından hukuki güvenlik ilkesinin temini amacıyla ilgililerin hak ve ödevlerini bilebilmeleri, haklarını kullanıp ödevlerini yerine getirebilmeleri için gerek yasal düzenlemelerin gerekse idari işlemlerin mümkün olduğunca kesin kavramlarla akıllarda soru işareti bırakmayacak şekilde ifade edilmesi (belirlilik ilkesi) ve düzenlemenin mümkün olduğunca açık ve anlaşılabilir olması (açıklık ilkesi) gerekmektedir. [6]

 

Bu bağlamda kanunda vergi miktarının, zamanının ve ödeme biçiminin kesin olması da hukuki güvenlik açısından yeterli olmayıp açıklık ilkesinin temin edilerek yapılması istenilen işlemlerin açıkça anlaşılır bir şekilde ortaya konulması gerekir.

 

488 sayılı Damga Vergisi Kanunu’nun 1. maddesinin 1. fıkrası “Bu Kanuna ekli (1) sayılı tabloda yazılı kâğıtlar Damga vergisine tabidir” hükmünü havidir.  Anılan Kanun’a ekli (1) sayılı Tablonun “I. Akitlerle ilgili kâğıtlar” başlığı altında fesihnameler nispi damga vergisine tabi tutulmuştur. Yukarıda arz ve izah edildiği üzere vergi yükümlülüğü (kimlerden alınacağı), vergi konusu (neyin vergilendirileceği), matrah (vergilendirilecek tutar) ve oran (verginin yüzdesi) gibi unsurların kanunda açık ve şüpheye mahal vermeyecek şekilde belirtilmesi gerekmektedir. Buna karşın, Damga Vergisi Kanunu’na ekli listede yer alan “fesihname” kavramı yasa koyucu tarafından ne Damga Vergisi Kanunu’nda ne de başkaca bir kanunda tanımlanmamıştır.

 

Bu durum, hangi belgelerin fesihname kapsamında değerlendirileceği konusunda idarelere geniş bir takdir yetkisi bırakmakta olup; mevzuatta net bir tanım bulunmaması ve idarelerin zamanla değişen uygulama yaklaşımları, mükellefler açısından hangi işlemlerin fesihname sayılarak damga vergisine tabi olacağı konusunda ciddi bir belirsizlik ve öngörülemezlik yaratmaktadır. Nitekim ilgili maddenin yorumlanması ve uygulanması hususunda, idarelerin uygulamaları arasında dahi birlik bulunmamaktadır. Bu kapsamda fesihnamenin niteliği ve bu kapsamda damga vergisine tabi tutulacak işlemler idarelerin değişken görüşlerine göre uygulanmaktadır. Dolayısıyla ilgili hükmün uygulanması belirsiz ve öngörülemez bir hal almıştır.

 

İncelemeye konu Türkiye Noterler Birliği tarafından yayımlanan genelge ile, yıllardır Damga Vergisine tabi tutulmayan işlemlerin fesihname olarak değerlendirilerek nispi damga vergisine tabi tutulacağı yönünde icrai nitelikte düzenleyici bir işlem tesis edilmiştir. Görüleceği üzere, yukarıda bahsi geçen kanun hükmünün açık ve belirli olmaması uzun yıllardır damga vergisine tabi tutulmayan belgelerin görüşe dayalı bir Genelge ile damga vergisine tabi tutulması sonucunu doğurmuştur. Bu durum, mükellefler açısından öngörülemez ve belirsiz bir vergilendirme oluşturmuş olup mülkiyet hakkının ihlaline sebebiyet verilmiştir.

 

Yine, Anayasa Mahkemesi’nin bir kararı; “Vergi ve mali yükümlülüklerin kanunla konulmasını öngören Anayasa’nın 73. maddesi, mali yükümlülüğün yalnızca kanun ile koyulabileceği ve kanunun hiçbir şekilde bu konuda yürütme organını ve idareyi yetkili kılamayacağı anlamındadır” şeklinde olup, kanun ile yürütme organının veya idarenin vergi ve mali yükümlülük getirmeye yetkilendirilemeyeceği, aksi uygulamanın verginin kanuniliği ilkesine aykırılık teşkil edeceği hükmolunmuştur. Anayasa Mahkemesi’nin ilgili kararı da dikkate alındığında, idarenin yoruma dayalı olarak vergi işlemi uygulamasının hukuka ve yasaya aykırılık teşkil edeceği açıktır. [7]

 

Belirtilen hükümler gereğince 488 sayılı Damga Vergisi Kanunu’nun 1. maddesinin 1. fıkrası ile hangi belgelerin fesihname kapsamında değerlendirilerek nisbi damga vergisine tabi tutulacağı konusunda idarelere takdir yetkisi bırakılması, açıkça verginin kanuniliği ilkesine de aykırılık teşkil etmekte olup mülkiyet hakkını bu açıdan da ihlal etmektedir.

 

Bununla birlikte, yukarıda da arz ve izah edildiği üzere, Türkiye Noterler Birliğince düzenlenen Genelge’de; 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun’da düzenlenen birtakım sözleşmelerde cayma hakkının kullanılmasına ve 4857 sayılı İş Kanunu’nun 24. ve 25. Maddelerinde düzenlenen haklı nedenle feshe ilişkin olarak düzenlenen kâğıtların fesihname olarak değerlendirilerek nispi damga vergisine tabi olacağı düzenlenmektedir.

 

Bilindiği üzere, “Ölçülülük ilkesi”, hukuk sistemlerinde devletin bireylerin temel hak ve özgürlüklerine müdahale ederken bu müdahalenin sınırlarının gerekli, orantılı ve uygun olup olmadığını değerlendiren temel bir ilkedir. Anayasa hukuku, idare hukuku ve insan hakları hukukunda yaygın olarak uygulanan bu ilke, kamu gücünün keyfi kullanımını önlemeyi amaçlamakta ve devlet ile birey arasındaki güç dengesini korumaktadır.

 

6502 sayılı Kanun’un cayma hakkına ilişkin hükümleri akdi ilişkide zayıf taraf olan tüketiciyi korumakta olup inceleme konusu Genelge ile kanunun ruhuna ve özüne aykırı olarak zayıf taraf konumunda bulunan tüketicinin aleyhine vergilendirme getirilmiştir. Zayıf taraf konumunda olan tüketici, 6502 sayılı Kanun’un 73. maddesinin 2. fıkrası uyarınca tüketici mahkemeleri nezdinde ikame ettiği davalarda Harçlar Kanunu’nda düzenlenen harçlardan dahi muaf tutulurken; kanuni cayma hakkını kullanmasına ilişkin irade bildiriminin vergiye tabi tutulması, ilgili hükümlerin getiriliş amacına ve korunmak istenen hukuki menfaate uygun düşmemekte, dolayısıyla, ölçülülük ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.

 

Yine, 4857 sayılı İş Kanunu ile iş ilişkisini sürdürmesi kendisinden beklenemeyecek tarafa tanınan haklı nedenle fesih hakkının kullanımı açısından da özellikle de sözleşmenin zayıf tarafında bulunan işçiler dikkate alındığında, Genelgeyle getirilen işbu vergisel uygulama, iş ilişkini sonlandırmak isteyen tarafın, yasal hakkını kullanmasına engel teşkil edebilecek veyahut önemli derecede sınırlayabilecek nitelikte olup bu açıdan da ölçülülük ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.

 

Sonuç:

 

İnceleme konusu Genelge, vergilendirme alanında idareye geniş bir takdir yetkisi tanıyarak, hukuki belirlilik ve öngörülebilirlik ilkelerine aykırılıklar yaratmaktadır. Bu durum, yalnızca bireylerin vergisel yükümlülükleri açısından belirsizlik doğurmakla kalmamakta, aynı zamanda Anayasa ile güvence altına alınan “verginin kanuniliği” ilkesiyle bağdaşmayan düzenlemeler yoluyla mülkiyet hakkına müdahale sonucunu doğurmaktadır. Vergilerin ancak yasayla ve öngörülebilir şekilde belirlenmesi gerektiği gerçeği göz ardı edilerek, genelge aracılığıyla keyfi uygulamalara kapı aralanmaktadır.

 

Bunun yanı sıra, genelge; kanuni hakların kullanımına yönelik bildirim niteliğindeki işlemleri damga vergisine tabi tutarak, işçi ve tüketiciler için özel olarak düzenlenmiş olan koruma hükümlerine açıkça aykırı sonuçlar doğurmaktadır. Bu uygulama, iş hukuku ve tüketici hukukunda sağlanmak istenen adalet ve korunma mekanizmalarını zedelemekte, özellikle sözleşmelerin feshi veya cayma hakkı gibi konularda, ekonomik olarak zayıf taraf olan bireylerin menfaatlerini ölçüsüz bir şekilde ihlal etmektedir.

 

Hukuk devleti ilkesi çerçevesinde, bireylerin ekonomik haklarını korumayı amaçlayan düzenlemelerin, idari tasarruflarla işlevsiz hale getirilmesi, anayasal ölçülülük ilkesine açık bir aykırılık teşkil etmektedir.

 

Av. Beyza Nur Göksel

 

Kaynakça:

1. Türkiye Noterler Birliği 29.08.2024 Tarihli, “Fesih İhbarı Hk.” Konulu 12 No’lu Genelge

2. Anayasa Mahkemesi 28.6.2022 Tarihli 2019/40353 Sayılı Kararı

3. Tekbaş, 2012, 134 - Öncel, Çağan ve Kumrulu, 1985: 53

4. Edizdoğan, Çetinkaya ve Gümüş, 2012: 236

5. Akdoğan, 2003: 196

6. Yavaşlar, 2013: 192

7. Anayasa Mahkemesi 30.12.2015, E: 2014/183, K: 2015/122

MAKALEYİ PAYLAŞIN
MAKALEYİ YAZDIRIN